Edebiyat ve Resim Arasındaki İlişki, Benzerlikler ve Çelişkiler 

Edebiyattan ilham alınarak yapılan tablolar...

Edebiyat; dil, yapı, içerik ve üslup gibi unsurların bir araya gelmesiyle inşa edilen entelektüel bir sanat dalıdır. Resim sanatı ise duygu, düşünce ve hayal gibi duyguların belli estetik kurallar çerçevesinde boyutsal olarak yansıtılmasıdır. Resmin icrası için mekân, hacim, hareket, ışık ve renkler gereklidir.

Yaratım süreçleri ve malzemeler açısından bir benzerlik yokmuş gibi görünse de aslında her iki sanat dalının da oldukça fazla benzerliği var. Her şeyden önce ressamın ya da eser sahibinin, kendine has bir üslubu vardır. Farklı ressamların eserlerini oluştururken kullandıkları renkler, tonlar, motifler ve fırça izleri ile yazarların eserlerini oluştururken kullandıkları kalıplar, imgeler ve hikaye döngüleri buna örnektir. Her eserin onu yaratan kişinin duygu ve düşüncelerine göre şekillenmesinin yanı sıra genel olarak işlenen konular: aşk, savaş, hüzün ve benzeri konular aynıdır. Yaratılan tüm bu ürünler hayal gücüne veya gerçekliğe dayalı olarak oluşturulur. Temel işlevleri önce sanatçıda sonra da diğer insanlarda estetik bir duygu yaratmaktır. Hem resim sanatının hem de edebiyatın çıkarılması ve keşfedilmesi gereken derin anlamları vardır. 

Soyut anlamda birbirini etkilediğini düşünülen bu iki dal, uzun yıllar boyunca somut anlamda da birbirini etkilemiştir. Her milletin edebi değerleri uzun süre ressamları etkilemiş, onlar da bu edebi eserlerin ruhunu ve duygularını eserlerinin üretiminde kullanmışlardır. 

Bunun en güzel örneklerinden biri, William Shakespeare'in 1599-1601 yılları arasında yazdığı Hamlet oyununun, 1851-1852 yılları arasında John Everett Millais tarafından resmedilen “Ophelia” adlı tablosudur. Babasının ölümüyle deliye dönen Ophelia adlı genç bir kadının öyküsünü anlatır. Daha da kötüsü, babasını öldüren sevgilisi Hamlet'tir.

Ophelia, Sir John Everett Millais, 1851&1852

Oyunda Ophelia babasının ölümünden sonra acıdan deliye döner ve çiçek toplarken boğulur. Resimdeki çiçeklerin neredeyse tamamı oyunda isimlendirilmiştir. Elbisenin ortasındaki hercai menekşe, Ophelia'nın kırda çiçek topladığı IV. Perde, V. Sahneye gönderme yapıyor. Ophelia'nın boynundaki menekşe çelengi de aynı sahneye gönderme yapmaktadır.

IV. Perde V. Sahne

Ophelia: Bunlar yaban gülleri, al da hatırla beni! Sevgilim, unutma beni! Bunlar da hercai. Hercailik etmeyesin diye.

Biraz menekşe de vermek isterdim size, ama kurudu hepsi babam ölünce... Güzel bir ölüm olmuş, diyorlar, babamın ölümü.

John Millas Everett'in Ophelia tablosu gibi edebiyattan esinlenen birçok resim vardır. John Milton'ın 17. yüzyılda yazdığı Kayıp Cennet'ten esinlenen bir tablo; John Henry Füssli tarafından Romantik dönemde 1793 yılında resmedilen Çobanın Rüyası. 

Shepherds Dream, Henry Fuseli, 1793

Milton'ın epik şiiri, Şeytan'ın isyanını, Adem ve Havva'nın ayartılmasını ve nihayetinde Cennet Bahçesi'nden kovulmalarını detaylandıran İnsanın Düşüşü'nün İncil'deki hikayesini araştırmaktadır. Özgür irade, itaat ve kurtuluş temalarını işleyen eser, insanlık ve Tanrı arasındaki karmaşık ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Füssli'nin yaptığı bu tabloda ise, pastoral masumiyet unsurlarını gerçeküstü ve fantastik imgelerle birleştirerek bir çobanın rüyasında cenneti görmesini tasvir eder. Kayıp Cennet'te rüyalar metaforik olarak yorumlanabilir. Adem ve Havva'nın düşüşü, günah ve kaybın sert gerçeklerine uyanmalarına yol açan rüya benzeri bir durum olarak görülebilir. Şiir, insan arzularının doğası ve itaatsizliğe yol açan arzuların sonuçları üzerine düşünür. Rüya, dünyevi çobanın yaşamı ile karşılaştığı göksel vizyonlar arasındaki çizgileri bulanıklaştırarak Milton'ın insan ruhunun ilahi olana yönelik arzularını keşfetmesini yankılar. 

Kayıp Cennet'teki ayartılma anlatısı insanın yanılabilirliğini anlamak için de çok önemlidir. Şeytan'ın Havva'yı ayartması ve ardından gelen düşüş, arzunun ve ahlaki seçimin karmaşıklığını gösterir. Çobanın rüyası, insanı daha yüksek hedeflere yönelten masum arzuları sembolize edebilir, ancak aynı zamanda hayatın gerçekliğiyle yüzleştiğinde bu hayallerin kırılganlığına da işaret eder. 

Örnek vermek istediğim son eser ise 1800'lü yıllarda İngiltere'de yaşamış olan Alfred Tennyson'un “Shalott'un Hanımı” adlı şiiridir. Bu şiir İngiliz ressam John William Waterhouse'a ilham vermiş ve 1888 yılında şiirle aynı adı taşıyan “The Lady of Shalott” adlı yağlı boya tablosunu yapmasına vesile olmuştur. 

John William Waterhouse, The Lady of Shalott, 1888

Camelot yakınlarındaki bir kulede yaşayan, dış dünyaya doğrudan bakmadan bir duvar halısı dokumakla lanetlenmiş bir kadının hikayesini anlatır. Bunun yerine, dünyayı bir aynadan izler, gerçekliğin gölgelerini görür ama onu asla doğrudan deneyimlemez. Şiirde yalnızlık, karşılıksız aşk ve sanat ile gerçeklik arasındaki çatışma temaları işlenir. Waterhouse'un eseri, Sir Lancelot'u aynada gören Leydi'nin dokumayı bırakıp dünyayla yüzleşmeye karar verdiği ve bunun trajik sonuçlara yol açtığı anı tasvir eder. Waterhouse'un resmi, Tennyson'ın şiirinin ruhani güzelliğini ve melankolisini yakalayarak Leydi'nin özlemini ve kaderinin kaçınılmazlığını vurgulamaktadır. Hem Tennyson'ın şiiri hem de Waterhouse'un resmi, Shalott Leydisini çevreleyen romantik ve trajik imgelere önemli ölçüde katkıda bulunmuş, onu ulaşılamaz arzunun ve toplumsal kısıtlamalardan kurtulmanın sonuçlarının bir sembolü haline getirmiştir.

Öte yandan edebiyat ve resmin benzerlikleri ve ilişkileri olduğu kadar farklılıkları da vardır. Edebiyat, resme ilham verebilir ve ressamların uyarlanmış eserler yaratmasına yardımcı olabilir. Resim, edebiyata bu ölçüde yardımcı olamaz. Edebiyat herkes tarafından incelenebilir. Resim de ise eseri görmeden anlamak çok zordur. Edebiyat ve resim arasındaki ilişki ne kadar güçlü olursa olsun, okunan eserdeki unsurların uyandırdığı her duygu ve his resme aktarılamaz. 

Sonuç olarak, birbirine dolaylı da olsa bağlı bu iki sanat dalı arasındaki güçlü bağ geçmişten günümüze kadar varlığını sürdürmeye devam etmekte; tarihe, sanata, kültüre ve insanlığa ışık tutmaktadır.