Ekşiyen İnsanlık Mı Vicdan Mı?
Bulaşıcı bir hastalık gibiydi insanlık. Bu hastalıktan korunmak için köşe bucak kaçıyordum.
Yazmak ihtiyacındayım. İçimdekini başka türlü anlatmam mümkün değil fakat yazamıyorum. Kelimeler küsmüş de birbiri ardına gelmek istemiyorlar sanki. Bir tutukluk, bir çekingenlik var üstlerinde. Böyle zamanlarda fazla uğraşmaya gelmez. Bütün gün beklesen de tek kelime çıkmaz elinden.
Baktım yazamıyorum kalktım çay koydum. Ocağın yanından ayrılmak gelmedi içimden. Koydum çayın suyunu bekliyorum. Aklımda kırk tilki… Her zaman böyle miydim ben? Nasıl? Böyle işte, zıtlıklardan meydana gelmişim gibi. Hem mutlu hem mutsuz, hem aç hem tok, hem var hem yok… Anlamıyorum kendimi. Hiç anlamazdım ki zaten. Doğru, ben hiç anlamadım kendimi. Bazen anlattılar beni bana; huysuz dediler, umursamaz dediler, asabi dediler, eğlenceli dediler. Dediler de dediler. Onlar dedi ama ben hangisiydim bunların, hiç bilemedim. Kimdim, neydim, nasıl biriydim? Yaşamaya değer miydim, o bile bir soru işaretiydi. Ömrüm kendimi sorgulamakla geçti. Düşüncelerimin bir iğne gibi delik deşik ettiği vücudum, sorular içinde kıvrandı durdu hep.
Duyduğum sesle irkildim. Su kaynıyordu. Sallama çay yaptım. Demlemeyi bekleyecek sabrım yoktu. Telefon çalıyordu bir yandan. Koşmadım, merak etmedim. Sadece sakin hayatıma dönebilmek için telefonun susmasını bekledim. Yine sınıftan biriydi muhtemelen. Telefonum sadece ödünç kitap isteyen insanlar yüzünden çalardı. Önce "İyi misin?" diye sorarlardı. İyiyim desem de umurlarında olmadığını bilirdim. İyi de değildim zaten. Tipik insan bencilliği umursamalarına izin vermezdi ama gereksiz ve yapmacık samimiyetler kurmalarını ayakta alkışlardı. Bu yüzden sevmezdim iletişim kurmayı. Her bir yerden ekşimiş vicdanın kokusu gelirdi.
Kitaplarımı vermekten de hiç hoşlanmazdım. Sordukları kitapların çoğu bende olurdu ama hep yok derdim çünkü bir parçamdı onlar benim. Her satırının altı çiziliydi, her satırıyla birleşmiş gözyaşlarımız vardı. Bir sırrı paylaşıyorduk birlikte, kalbimi ve kimseye veremediğim sevgimi onlara veriyordum. Birine altını çizdiğin kitabını vermek, günlüğünü okutmakla eşdeğer değil midir? Kendinden bile kaçmak için dört duvar arasına saklanan ben, kendimden bir parçayı vermeye nasıl cesaret edebilirdim? Ruhumu saklamanın yolu küçük bir yalansa bu günahı almaya razıydım. Hiçbir insan, ruhumu yaralamasına izin vereceğim kadar değerli değildi.
Herkes biraz bencildi aslında. Süveyda denilen kara lekeyi kalplerinde taşırlardı. Bulaşıcı bir hastalık gibiydi insanlık. Bu hastalıktan korunmak için köşe bucak kaçıyordum. Her gün yanımdan geçip giden insanların, birilerinin canını fazlasıyla yaktığı, belki birine işkence ettiği, bir çiçeği koparıp attığı düşüncesi geliyordu aklıma. Kendimi iğrenmekten alıkoyamıyordum. Bazen yolda yürürken birinin bir hayvanı ayağıyla itelediğini, mama kabına çöp attığını görüyor ve insanlıktan da insanlığımdan da iyiden iyiye ümidimi kesiyordum. Ben de suçluydum çünkü gücüm yetmiyordu bu yerin dibine batasıca sistemi değiştirmeye. Böylece ben de sürünün bir parçası oluyordum. İstemediğim ve olmaktan kaçtığım ne varsa ona dönüşüyordum çünkü dediğim gibi, insanlık bulaşıcı bir hastalıktı ve ne kadar kaçsan da eninde sonunda ona yakalanacaktın. Belki kötünün iyisi olmak mümkündü bir nebze. Sonuna kadar direnmek, tüm kötülüğün içinde griye çalan bir beyaz olarak kalmak, kalmaya çalışmak biraz olsun onurlu yapıyordu insanı. Eğer o kelime hatırlanıyorsa hâlâ, bir nebze de masum. Güzelliği yalnızca doğada buluyordum; açan rengarenk çiçekte, üzerine oturduğum çimde, yanımdan geçerken beni bir gram umursamayan pofuduk kedide ve başını okşadığım köpekte. Bir çocukta bile bulamıyordum bu yerin dibine batasıca masumiyeti ve düşündükçe kayboluyordum griliğin içinde. Miyav! sesiyle irkilerek kendime geldim. Kaybolduğum yerden masumiyet çıkardı beni bir anlığına olsa da. Sonra da durdum ve kalk dedim, kalk ve bir çay daha koy.