Türk Edebiyatında Eski-Yeni Çatışması

Türk Edebiyatındaki eski-yeni tartışmasının tarihsel zemini.

Edebi hareketler, genellikle bir öncekini reddetmek ya da bir yenileşmeyi başlatmak amacıyla ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman bir bildiriyle kimi zaman da bir gazeteyle yola çıkan ya da kendi estetik anlayışlarını açıklayan yenilikçiler, bu edebi hareketlerin veya toplulukların kurucuları konumundadırlar. Edebi anlayışlardaki hemen her yenilik, eskiyle bir tür polemiğin içinde bulunarak doğmaktadır. Nitekim Osmanlı tarihinde bir kırılma noktası olarak kabul edilen Tanzimat Dönemi, Türk Edebiyatı içinde çağdaşlaşmanın ve eskiyle hesaplaşmanın başlangıcı kabul edilmektedir.

Tanzimat sözcüğü köken bakımından “nizam”dan gelmektedir. “Düzen, düzenlemeler, reformlar” anlamlarını taşımaktadır. Aynı zamanda 1839 yılında Reşit Paşa tarafından deklare edilen ve Gülhane Hattı Hümayunu şeklinde de bilinen Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla başlayan yenileşme döneminin adıdır. Bu ferman, gerek siyasi ve toplumsal alanda gerekse hukuki ve ekonomik alanda Batı’ya yönelmenin resmi bir göstergesi niteliği taşımaktadır. Osmanlı Devleti; bununla birlikte asırlar içinde yaşadığı medeniyetler dairesinden çıkarak, mücadele halinde bulunduğu başka bir medeniyetin dairesine girdiğini ilan etmiş; onun değerlerini açıkça kabul ettiğini duyurmuştur. (Tanpınar; 2017: 137) Bu düşüncenin temelinde Osmanlı’nın, 18. yüzyıldan itibaren Batılı devletlerin bilimsel, ekonomik ve endüstriyel gelişmelerini yakalayamamış olması ve onların gerisinde kalması yatmaktadır. Bu sebeple Ferman’ın ilan edilmesiyle birlikte genel anlamda; dış politikayla ilişkilerin düzelmesi, halkın din-dil-ırk ayırmaksızın pek çok alanda eşit haklara sahip olmasının sağlanması, vergi toplama ve askerlik gibi usulsüzlüğün kol gezdiği sahaların düzenlenmesi, profesyonel sivil bir bürokrasi ile merkezi teşkilatın oluşturulması istenmiş; bu çalışmaların getirisiyle devletin devrin koşullarına uygun bir şekilde yapılandırılarak çağın gelişmelerine ayak uydurması amaçlanmıştır.

Uygulanması planlanan yeniliklerle yalnızca devletin yapısında değil; toplumsal ve kültürel alanlarda, halkın refahını doğrudan etkileyen konular çevresinde de düzenlemeye gidilmiştir. Bu doğrultuda edebiyat, eğitim ve haberleşme alanlarında Batı’nın benimsendiği tarzda çalışmalar yürütülerek toplumun kalkındırılması amaçlanmıştır. Özellikle eğitim alanında yapılan reformlar, bu noktada büyük önem arz etmektedir. Batılı tarzda okulların ve kurumların açılması, Batı uygarlığının görüş açısını topluma kazandırmaya başlamıştır. Bu çabaların bir sonucu olarak değişen zihin yapısı, Türk Edebiyatının asırlardır süren geleneğinin de değişime uğraması sonucunu doğurmuştur. Ferman’ın yayınlanmasıyla birlikte; yapısal anlamda Batılı, öz ve ruh bakımından milli bir edebiyat yaratma hedefi güdülmüştür. Bu sebeple, o dönem büyük ölçüde etkisini sürdüren Divan edebiyatı, eski önemini kaybetme yoluna girmiştir çünkü Batı’nın etkisiyle; klasik edebiyatın kendini tekrar eden kalıplaşmış yapısı ve soyut anlatımı bozulmaya uğramış, yeni bir edebiyat anlayışının gelişme süreci başlamıştır.

Tanzimat edebiyatı, döneminin kültürel ve siyasi hareketlerinin sonucu olarak ortaya çıkmış bir edebiyat akımıdır. Bu akımın başlangıcı olarak 1860 yılında Şinasi ile Agâh Efendi’nin ilk özel gazete olan Tercüman-ı Ahval gazetesini çıkarmaları kabul edilir. Böylece Batı etkisindeki Türk edebiyatının ilk faslının oluşmaya başladığı söylenebilir. Bu oluşumda yenileşme beratının yürürlüğe konmasıyla modernleşmenin hız kazanması ve Osmanlı aydınlarının Batı kültürü ve edebiyatını tanımaya başlamaları ile yurtdışına öğrencilerin gönderilmesi etkili olmuştur.

Tanzimat edebiyatı ana hatlarıyla iki bölüm altında incelenmektedir. Birinci dönem, yukarıda da değinmiş olduğum gibi, Tercüman-ı Ahval gazetesinin çıkarılmasıyla başlar. Bu dönemde aydınlar; genelde toplumun zengin kesiminden gelmiş, iyi yetişmiş insanlardır. Eski kültür içinde doğup büyüdüklerinden idealleri ile uygulamaları arasında bazı zamanlar ikilikler yaşamışlardır. Dolayısıyla, her ne kadar Divan edebiyatını eleştirip ona karşı çıkmış olsalar da bundan tam anlamıyla kopamamışlardır. “Sanat, toplum içindir.” anlayışının benimsendiği bu dönemde aydınlar, eserlerini kaleme alırlarken özellikle halkı bilgilendirmeye, toplumu yönlendirmeye yönelik temalar işlemeye dikkat etmişlerdir. Bu amaç uğrunda ise –özellikle- gazete çıkarmanın topluma ulaşmanın en etkili yol olduğuna inanmışlar; bu doğrultuda Tasvir-i Efkar, Hürriyet, Muhbir, Devir, Tercüman-ı Hakikat gibi devrin önemli gazetelerini çıkarmışlar ve halka ulaştırmaya çalışmışlardır. Bu noktada kullandıkları dilin, toplumun anlatılmak isteneni kavrayabileceği tarzda yalın olması gerektiğini savunmuşlardır. Dilde sadeleşmeyi desteklemişler, ancak tam manasıyla bir başarı sağlayamamışlardır.

Gazete çıkarmak kadar büyük bir öneme sahip olan bir başka olay ise çeviriler yapmaktır. Bu dönemin Tanzimat edebiyatı sanatçılarının, Batı edebiyatından yaptıkları çeviriler ile edebiyatımıza makale, tiyatro, roman, hikâye, anı, eleştiri gibi pek çok yazınsal türü kazandırdıkları görülmektedir. Her anlamda halkın bilinçlenmesine yönelik çalışmalara imza atmaya gayret eden devrin aydınları, bu yazınsal türler arasından “tiyatro”nun da toplumun eğitilmesi açısından mühim bir araç konumunda olduğunu savunmuşlardır. Dönemin tiyatrosu, yalnızca okunmak için değil; aynı zamanda sahnelenmek için de yazılmış, halka ulaşma yolunda bir köprü görevi görmüştür. Bununla birlikte Divan edebiyatında bulunan şiir, tarih, mektup gibi edebi türleri ise Batı anlayışına göre yorumlayarak topluma kazandırmışlardır.

Birinci dönem Tanzimat edebiyatının önde gelen aydınları, her ne kadar bu türleri ele alırken Batı anlayışı sınırları içerisinde gelişmelerine çaba gösterseler de biçimsel yönden Divan edebiyatı geleneğinden farklı olarak büyük bir kopma gerçekleştirememişlerdir. Aynı şekilde halk edebiyatını ve hece ölçüsünü savunmalarına ve zaman zaman kullanmaya çalışmalarına rağmen eski edebiyat için mihenk taşı değerindeki aruz ölçüsünden tamamen sıyrılamamışlardır. Bu yeni edebiyat anlayışı altında daha çok içerik yönünden büyük gelişmelere imza atmışlardır. Divan edebiyatında aşk, tasavvuf, tabiat, ahlak vb. konular ele alınırken yeni edebiyatta halkı bilinçlendirmek ve aydınlatmak amacıyla hak, hürriyet, eşitlik, adalet, kanun, meşrutiyet vb. temalar ön plana çıkmıştır. Lakin bu yaklaşım ikinci dönem Tanzimat edebiyatı için geçerli değildir. 2. Abdülhamit’in padişah olduğu bu dönemde toplum üzerinde büyük bir baskı hakimdir. Buradan hareketle ikinci dönem, “istibdat devri” olarak da adlandırılmaktadır. Baskının bu denli etkisini sürdürdüğü devirde aydınlar; toplumsal konulardan uzaklaşmak zorunda kalmış, siyasi görüşlerde bulunamamışlardır. Bu sebeple, birinci dönem halkı bilinçlendirmek amacıyla kritik bir noktada yer alan gazete ve tiyatro gibi eğitici türler toplumsal işlevini kaybetme yoluna girmiştir. Gazetede siyasal ve toplumsal içerikli yazılardan ziyade günlük olaylara yer verilirken, tiyatro sahnelenmek için değil; okunmak için yazılmaya başlanmıştır.

Sanatın sanat için var olduğunu savunduklarından eserlerinde ölüm, aşk, hiçlik, sevinç gibi bireysel ve soyut konulara, felsefi düşüncelere ağırlık vermişlerdir. Bu yönüyle Divan edebiyatını andıran ikinci dönem Tanzimat edebiyatındaki eskiye dair tek benzerlik bu da değildir. Sanatçılar, eserlerini kaleme alırken seçtikleri dil ağırlaşmış; hece ölçüsünü uygulamayı denemelerine rağmen aruz ölçüsünü kullanmayı sürdürmüşlerdir ve fakat klasik edebiyatta kullanılan bazı nazım biçimlerini de bırakmaya başlamışlardır. Ayrıca birinci dönem, Batı uygarlığından edindikleri bazı edebi türler üzerinden daha nitelikli ürünler vermişler; bunlarda uyguladıkları metodu geliştirmeye başlamışlardır. Bu yönüyle eserlerin teknik açıdan daha başarılı ve daha az kusurlu oldukları söylenebilir. Daha çok geleneklere ve otoriteye bağlı kalınması zorunlu olan bu dönemde ve yönü Batı’ya dönük olan birinci dönemde yapılan değişiklikler, Türk edebiyatını farklı yönlerden etkilemiştir. Yalnızca bununla sınırlı kalmayıp kültürel anlamda da birçok farklı açıdan etkisini göstermiştir. Bunlardan biri dilin sadeleşmesi yönünde yürütülen çalışmalar sonucu yapılan çeviriler, sergilenen tiyatrolar ve gazetelerin çıkarılması yoluyla halkın bilinçlenmesi ve gelişmesi olmuştur. Yeni edebi türlerle karşılaşan insanlar, hayata farklı pencerelerden bakmayı öğrenmişler; farklı kültürlerle tanışmaları sebebiyle düşünce yapılarında değişim ve gelişim yaşanmıştır.

Aynı zamanda eğitim alanında yapılan reformların da kültüre büyük oranda etkisi bulunmaktadır. Bu reformlara imza atılırken Batılı tarz eğitim anlayışından yararlanılmasıyla beraber geleneğe bağlı kalınmaya da devam edilmiştir. Bu durum da bir yandan Batı modeli eğitim sisteminin bir yandan da dini eğitimin birlikte yürütülmesini beraberinde doğurmuştur. Dolayısıyla burada eğitimin iki karşıt işlevinin uzlaştırılması sonucu ortaya çıkmıştır. Mevcut eğitim kurumlarının bazılarında müfredat değişikliği yapılarak ya da yeni okulların yanında eski okulların da eğitime devam etmesi sağlanılarak eğitimin bu karşıt işlevlerinin uzlaştırılmaya çalışılması amaçlanmıştır. (Buluç; 1997: 37-39) Böylelikle, ilk kez medrese dışında yüksek okul özelliği taşıyan Batı eğitim modelinin esas alındığı Darülfünun ve öğretmen okulları açılmıştır; ilk ve ortaöğretim düzeylerindeki okullarda yenilikçi değişikliklere gidilmiş, kızların eğitim görmesinin gerekli olduğu düşüncesiyle ilk kız ortaokulu açılmıştır.

Din dayanaklı geleneksel yapı, Batının seküler değişim modeline kuvvetli bir direnç göstermektedir. Kurumların herhangi birinde meydana gelen değişim, diğer kurumları da yapı ve içerik olarak değişime zorlamıştır. Tüm bunların ışığında Osmanlı Devleti’nde oldukça karmaşık ve inişli çıkışlı bir yol izleyen Batılılaşma sürecinin, gelenek ve modernlik arasındaki çekişmenin bir tezahürü olduğu söylenebilir. (Berkes; 2017: 261-368) Dolayısıyla; Osmanlı Devleti ve devrin aydınları için bütünüyle bir medeniyet değişimine giriştikleri; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda birtakım yenileşme hareketlerine imza attıkları ve dönemin zorlu şartları karşısında Batı’yı örnek alarak ve bunu kendi kültürleriyle harmanlayarak ayakta kalmaya çalıştıkları söylenebilir. Bu durum beraberinde, Doğu ile Batı kültürü arasında kalmış olmaktan gelen eski-yeni ikileminin oluşması sonucunu doğurmuştur. Öyle ki Tanzimat’ın genel karakteristiği olan bu ikilik (Berkes; 2017: 370) sanatçıların fikirlerine yansıdığı gibi eserlerine de girmeye başlamış, edebi tartışmaların meydana gelmesine zemin hazırlamıştır.

Divan edebiyatı, bir diğer isimlendirmeyle klasik edebiyat, Tanzimat’la birlikte başlayan kültür değişimi yönündeki girişimlere paralel olarak tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar içinde bir tarafta edebiyatın köklü geçmişiyle hareket edilmesinin mühim olduğunu savunanlar; diğer tarafta ise modern bir edebiyatın oluşması gerektiğini destekleyenler ile her iki görüşe ait taraftarlar arasında fikir çatışması yaşanmaktadır. Bu çatışmalardan doğan eleştirel ortamın, edebiyatımıza olumlu etkileri olduğu gibi olumsuz etkileri de olmuştur. Edebi anlayışta tekdüze düşünmeyi yıkarak çok yönlülüğü sağlamak, yeni edebiyat topluluklarının oluşmasına zemin hazırlamak, eleştiri türünü geliştirmek gibi olumlu yanları olurken; ikili anlayışın hakimiyetinde olan devrin aydınlarının ve halkın, tamamen kutuplaşması veya zihin karmaşasına uğraması gibi olumsuz yanları da olmuştur. Bugün bile halk dilinde ve hatta fikir hayatında bu zamanlardan kalan “alafranga” ve “alaturka”, “eski ve yeni” tabirleriyle ifade edilen bu ikilik realitesi Tanzimat’ın en büyük fatalitesidir. (Tanpınar; 2017: 144)

Tanzimat edebiyatının birinci dönem sanatçıları, edebiyat anlayışlarında olduğu gibi eleştiri yaparken de sosyal faydacılığı esas almışlardır. Klasisizm ve romantizm akımlarından etkilenmişler ve eserlerinde bunu uygulamışlardır. Tanzimat’ın ikinci dönem sanatçıları ise eleştirel düşüncelerini, birinci dönem sanatçılarına göre daha nesnel ve Batılı bir zeminde gerçekleştirmişlerdir; ayrıca gözleme önem vermeleri dolayısıyla realizm ile natüralizm akımlarından etkilenmişler, olay ve kişileri daha gerçekçi bir şekilde ele almışlardır. Eski kültürün içine doğmakla beraber Batı kültürünü de yakından takip etme şansını elde eden dönemin aydınları klasik edebiyatın yerine geliştirilmeye çalışılan yeni edebiyat çevresinde eskiye ait her türlü kavramı olumsuz anlamda eleştirmişlerdir. Yine de dönemin yenilikçi şairleri, içerik olarak yeni ancak biçimsel anlamda eski şiire bağlı kalmaya devam etmişlerdir. Klasik edebiyatın nazım biçimlerini kullanmışlar, bu eski kalıplarla modern anlayış çerçevesinde yeni şiirlerini yalın olması uğrunda çabaladıkları dille kaleme almaya çalışmışlardır.

Divan edebiyatının insani duyguları yansıtmadığını, toplumsal yaşantıdan tamamen ayrı ve gerçekten uzak olduğunu, yalnızca belli bir zümreye hitap ettiğini, aşırı kuralcı ve kalıplaşmış bir yapıya sahip olduğunu, İran ve Arap edebiyatının taklidi olduğu düşüncesiyle milli değerleri yansıtmadığını düşünen aydınlar; bu noktaları esas alarak eskinin yerini daha nesnel ve Batılı anlamda bir edebiyatın alması gerektiğini savunmuşlardır. “Tanzimat’ın birinci dönem şairlerine göre, ‘son derece kaideci, sanatçının kişiliğini boğan, söz oyunlarını ön plânda tutan; duyguları, hayal ve düşünceleri, ifade unsurları ile klişeleşmiş; hayatla ve gerçekle ilgisiz, devrini tamamlamış ve skolastik karakterdeki eski edebiyat; ortadan kaldırılmalı ve sosyal fayda, hakikat ve tabiata uygunluk, yeni bir dil ve üslûp sıfatlarını taşıyacak yeni bir edebiyat’ kurulmalıdır.” (Ercilasun; 1994: 35) Bu savunmanın başında Tanzimat edebiyatı birinci dönem sanatçılarından Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gelmektedir.

Yeni edebiyatın kurucusu konumunda bulunan Şinasi, ilk olarak kabul edilebilecek nitelikteki eleştiri örneğinde Sait Paşa’nın Ruzname ’sinde kullandığı dile yönelik bir yergide bulunmuştur. Burada, Türkçede kullanılan ifadelerin anlam ve söz bakımından sade ve anlaşılır olması gerektiğini savunmuştur. Şinasi’nin eski-yeni arasındaki polemiklerde özellikle dilin sadeleşmesi açısından savunmalar yaptığı görülmektedir. Onun bu düşüncesi ileride Milli Edebiyat çevresinde gelişim gösterecek olsa da ikinci dönem Tanzimat edebiyatında ve Servet-i Fünun döneminde yıkılacaktır.

Birinci dönem Tanzimat edebiyatının büyük tenkitçilerinden Namık Kemal, yeni edebiyata karşı olanı ve eskiye ait pek çok kavramı tenkit etmiştir. Ona göre Divan edebiyatı gerçek olandan ve tabiattan ilgisiz, akla ve fenne aykırıdır; ölçüsü yanlış, gereksiz sözler topluluğudur. Şinasi gibi yeni edebiyat için sade bir dilin gerekli olduğuna inanmıştır. Eleştirilerinde Arapça ve Farsça tamlamalardan uzak, milli bir dil inşa edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu sayede yeni bir edebiyat dili kurulabileceğini düşünmüştür. Yeni Türk şiirine akli kaynaklık edebilecek nitelikteki şiirin de halk şiiri olduğunu savunmuştur. Şiirlerinde “hürriyet, adalet, kanun, eşitlik” vb. kavramları işleyen Kemal, şiire dahil ettiği bu terimler ile Divan şiirinin geleneksel yapısından sıyrılmıştır.

Bir diğer birinci dönem sanatçılarından olan Ziya Paşa ise “ikilikler şairi” olarak anılmaktadır. Bunun sebebi; yeniliğin gerekli olduğunu savunduğu halde Divan edebiyatının zevk, kültür ve şiir geleneğinden tamamen kopamayarak eserlerinde ve tenkitlerinde eskiyi savunmaya devam etmesidir. Bu duruma bir dönem için Namık Kemal’de de rastlanmış ancak o bir yerden sonra eskiye tamamen sırtını dönmeyi gaye edinmiştir. Ziya Paşa, ilk safhada Hürriyet gazetesinde yayımladığı “Şiir ve İnşa” makalesinde “Kaynağını Fransız düşünce hayatından alan ve edebiyatın özünü halkın benliğinde arayan” (Büyük Türk Klasikleri; 1988: 342) bir anlayış içerisindedir. Başlangıcında şiirin tasnifini yapmıştır; ardından şiirin her millette var olduğunu ve her millette özgün bir biçimde yer aldığını belirtmiştir. Eski anlayış etrafında şekillenen şiirin üslup, fikir ve mana açısından taklitçi olduğu görüşünü ileri sürmüş; anlaşılması zor dili dolayısıyla sözlüğe ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir.

Divan şiiri kültürü alan ve hayatı boyunca da zaman zaman bunun etkisinden çıkmayan Ziya Paşa, “Şiir ve İnşa” makalesinden altı yıl sonra kaleme aldığı “Harabat” adlı Divan şiiri antolojisinde Klasik edebiyatın devletin milli edebiyatı olduğunu savunmuştur. Antolojinin giriş kısmında edebiyat hakkındaki görüşlerini dile getirmiştir, düşünceleri makalesiyle çelişir niteliktedir. Bu çalışması kalem arkadaşı Namık Kemal’i hiddetlendirmiştir, böylece antolojiyi eleştirmeye yönelik “Tahrib-i Harabat” ve “Takip” adında eleştiri türündeki eserleri kaleme almıştır. Bu olay, dönemin en çok ses getiren eski-yeni tartışmalarından biri olarak kabul edilmiştir. Bu denli yankı uyandıran bir başka husus ise Muallim Naci ve Recaizade Mahmut Ekrem arasında çıkan eski-yeni tartışmasıdır.

Tartışmanın kaynağı, Ekrem’in Batılı nazariye kaynaklarını örnek alarak yazdığı Talim-i Edebiyat adlı eserinde Arapça kurallara ve Divan şairlerine çok fazla yer vermemesi yönüyle eski edebiyatı savunanların tepki göstermesidir. Bunların başında da Naci gelmektedir. Muallim Naci, medrese kültürü etkisiyle divan şiiri tarzını devam ettirmeyi amaçlamıştır. Bu doğrultuda daha çok gazel nazım biçimini tercih etmiş ve dönemin gençlerini eski biçimleri kullanmaya teşvik etmiştir. Bunun üzerine Ekrem, “Zemzeme III” ve “Takdir-i Elhan” adlı tenkit türündeki eserlerinde Naci’nin şiirinin, söz bakımından güzel ancak his bakımından yetersiz oluğunu, gerçeklikten uzak bulunduğunu söyleyerek yerer. Naci ise “Demdeme” isimli eserinde Takdir-i Elhan’dan satır satır alıntı yaparak eleştirisine cevap verir.

Ayrıca aralarındaki husumet yalnızca bununla sınırlı değildir. Dil konusunda da fikir çatışmalarına rastlanmaktadır. Muallim Naci, dil ile duygu ve düşüncelerin açıkça ifade edilebilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu nedenle eserlerinde abartıdan uzak, günlük konuşma diline yakın bir dil tercih etmiştir. Ekrem’de ise bu durum, tam tersi şekilde görülmektedir. Şiirlerin kendine has bir dili ve sözcük dağarcığı olduğunu ve edebiyat dilinin konuşma dilinden ayrılması gerektiğini savunmuştur. Her ikisi de ikinci dönem Tanzimat edebiyatı sanatçıları olsalar da Muallim Naci, kullandığı dil unsuru dışında Divan edebiyatı geleneğini sürdürmeye devam etmiştir. Buradan hareketle Tanzimat dönemi şiirinin gelişme sürecinde Divan şiiri geleneğinin, bir süreliğine, yeni şiir anlayışını beslemeye devam ettiği; bununla birlikte zaman zaman Halk edebiyatı geleneğinden de faydalanıldığı, genel anlamda ise özellikle Fransız edebiyatının etkisini gösterdiği söylenebilir. Genel anlamda; Tanzimat edebiyatının kendisinin baştan aşağı bir tenkit edebiyatı olduğu, eskiye karşı muazzam bir tepki halinde ortaya çıktığı, tenkidinin ortak noktasının umumi çevrede eskinin reddedilmesi ve bunun yerine yeninin inşa edilmesi şeklinde meydana geldiği yorumu yapılabilir.

Eskinin tamamen reddedilmesine ve yeninin tam manasıyla benimsenmesine yönelik tartışmalar ve fikir ayrılıkları gerek toplumsal alanda gerek siyasette gerekse edebi alanda günümüzde de varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Yapılan bu tartışmalar Tanzimat dönemine nazaran, eskisi kadar hiddetli olmasa da etkisini hissettiren cinstedir. Diğer alanlara kıyasla edebiyat sahasında daha ılımlı bir politika izlenmekte ve sanatçıların birbirlerinin eserlerini eski-yeni bağlamında eleştirmeleri yönündeki çalışmalarında büyük çaplı bir polemik meydana gelmemektedir; öyle ki günümüzde bu bağlamda eleştiri türünde ortaya konan eser örnekleri yok denecek kadar az bulunmaktadır. Daha çok bu eski-yeni Türk edebiyatının araştırılarak ve tartışılarak ele alındığı makaleler yayımlanmaktadır.

Eski Türk Edebiyatı başlığı altında kastedilen Divan Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı başlığı altında ele alınan ise Tanzimat Edebiyatından Cumhuriyet Dönemi Edebiyatına kadar olan kısım ve ilerisidir. Dolayısıyla edebiyat, tarihsel açıdan tasnif edilirken de eski-yeni kapsamında ele alınmaya devam etmektedir. Yer yer bu tasnifin de ne kadar doğru olduğu hakkında görüşler ortaya atılmaktadır. Yaklaşık yedi yüz yıllık edebiyat dönemine eski denmesi veyahut Tanzimat’tan sonra Batılılaşma hareketi doğrultusunda gelişen edebiyatın yeni olarak değerlendirilmesi üzerine sanki milli değerlerden uzak bir anlatımın kastedildiği düşüncesi tartışma konusu olmuştur. Bu polemiğin Tanzimat döneminde bugüne kıyasla daha şiddetli bir şekilde etkisini sürdürmesi doğaldır. Dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda Batı’yı anlama ve uygulama çabası altında toplumun ve devletin birçok alanda çağdaşlaşma yoluna girmeye gayret göstermesi ancak benimsemekte sıkıntı çekmesi; toplumsal ve kültürel hayatta, edebi ve sosyal alanda tartışmaların daha alevli yaşanması sonucunu doğurmuştur.

Edebiyat alanında Tanzimat sanatçıları; eskiyi özellikle yapısı, taklitçiliği ve dil unsuru üzerinden eleştirmişlerdir. Aydınların fikir yapısında, klasik edebiyatın yalnızca yüksek zümreye hitap ediyor olmasıyla, hayattan kopuk eserleri beraberinde getirdiği düşüncesi hakimdir. Oysa onlar, genel anlamda halkın anlayacağı tarzda bir dil oluşturma çabasıyla yenilikçi eserler ortaya koyma görüşündelerdir. Bu düşüncelerini ise Batı’dan aldıkları tenkit türü ışığında kaleme aldıkları eserleriyle ayrıntılı bir şekilde dile getirmişlerdir. Yapılan bu eleştiriler ilk dönem, öznel alanın dışına çıkamasa da ikinci dönem, meselenin daha farklı bir şekilde ele alınmasıyla objektif olana yakın olmada başarı sağlanmıştır.

Tanzimatçıların eskiyi bu denli eleştirmelerinde büyük bir haklılık payı vardır. Kökene bakıldığında Arap ve Fars edebiyatının üzerine inşa edilmiş, İslam medeniyetinin temel kaynaklarını esas alan eski edebiyat, yapı ve içerik bakımından milli değerlere ev sahipliği yapma hususundan fazlasıyla uzak olup toplumu saf dışı bırakmaktadır. Devrin koşulları göz önünde tutulduğunda halkın bu tarz değerlerden uzak bir konumda yer alması; konuşma dili ile yazma dili arasında bu denli bir fark bulunması beraberinde toplumun, dolayısıyla da devletin, geri kalmasına sebep olmaktadır. Bu yüzden sanatçılar, uygar olma düşüncesi doğrultusunda Batılı bazı kavramları ve yaşayış şekillerini devlete kazandırmaları konusunda zaruri bir yol izlemişlerdir. Toplumun geleneğini tamamen yıkmadan ve Batı özentisi konumunda bulunmadan yalnızca diğer kültürlerin değerlerini tanıtma ve devletin kalkınmasına yarayacak, iyi olan yanlarını örnek alma amacıyla eserler kaleme almışlar; bu yolda seslerini duyurmaya çalışmışlardır. Dönemin bazı aydınları ise eski olanı tamamen yıkma eğilimi göstermişlerdir. Bu yönden eksik bir fikir yapısıyla yola çıkmış oldukları düşünülebilir çünkü edebiyat anlayışı, bu kadar hızlı bir şekilde yıkılabilecek basit bir olay olarak değerlendirilmemelidir. Çalışmalarını ortaya koyarlarken nasıl ki halk edebiyatının unsurlarından yararlanmışlarsa ve bunu tamamen yok saymıyorlarsa, aynı politikayı bu gelenekçi zihniyetten faydalanma yolunda da izlemeleri gerekir. Nitekim; klasik edebiyatı kendi döneminin toplumsal, kültürel, tarihi ve siyasi şartları içerisinde; kendine has sanat anlayışı çerçevesinde değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Tanzimat edebiyatının eskiyle olan hesaplaşması, bu edebiyatın sosyo-kültürel şartlara cevap veremediği görüşü doğrultusunda Batı etkisiyle ortaya çıkan fikirlerle onu düzenleme yoluna girmesi gayesiyle oluşmuştur. Batı etkisinde gelişen edebi anlayışla birlikte yeni türler de Türk Edebiyatına girmeye başlamış ve Batı’daki bu fikir hareketleri ile kültürel yaşamdaki ilkelerin etkisi, klasik edebiyat ile hesaplaşmaya, hatta bazı noktalardan bunun tamamiyle reddinin de görülmesine zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda döneme damgasını vuran pek çok edebi çatışma meydana gelmiştir. Kimi gelenekçi yapıyı tamamen reddetmeyi düşünürken kimi bunun üzerine yeni bir yapı inşa edilmesi gerektiğini, kimisi ise eskinin varlığını aynı coşkuyla sürdürmesi gerektiğini savunmuştur. Bu süreçte eski edebiyatı tamamen yok sayarak yalnızca yeni edebiyat başlığı altında çalışmalara imza atmak, sağlıklı bir süreç olmayacaktır. Edebiyat alanında tarihini bilmeden, araştırmadan, öğrenmeden hareket eden milletin hem kültüründe hem de dilinde pek çok eksiklik meydana gelecektir. Dolayısıyla, dönemin koşulları içerisinde “eski”yi tam manasıyla reddetmektense; bunu “yeni” olanla harmanlayarak topluma sunmak daha sağlıklı olacaktır.

Kaynakça

1. DEMİR, Hiclâl (2010). “Muallim Naci: Eski Mi, Yeni Mi?”, TÜBİD, Ankara: Türkbilig Dergisi, c. -, nr: 19, ss. 176-185.

2. ALPER, Kadir (2014). “Namık Kemal’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a Eski Yeni Tenkidi”, Turkish Studies, İstanbul: International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, c. 9, nr: 6, ss. 85-95.

3. KIRBOĞA, Ziyaeddin (2019). “Tanzimat Sonrası Toplumsal Değişim: Batılılaşma Örneği”, EFAD, Karaman: Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c. 2, nr: 2, ss. 248-265.

4. ÖZCAN, Ufuk (2017). “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Edebiyat-Siyaset İlişkisi”, SOSK, İstanbul: Sosyoloji Konferansları, c. 1, nr: 55, ss. 459-477.

5. YİĞİTBAŞ, Maksut (2015). “Tanzimat Döneminde Edebi Tenkit”, Turkish Studies, İstanbul: International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, c. 10, nr: 16, ss. 1205-1236.

6. ÇAN, Şamil & HARDAL, Muammer (2014). “Divan Şiirine Bursa’dan Eleştirel Bir Ses: Mehmed Rıf’at Efendi”, FEFSBD, Bursa: Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 2, nr: 27, ss. 279-295.

7. PİLAV, Salim (2013). “Klasik Edebiyatın Tartışılan Yanları Üzerine Yapılan Değerlendirmelere Toplu Bir Bakış”, Turkish Studies, İstanbul: International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, c. 8, nr: 1, ss. 2179-2187.

8. ÖZDEMİR, Yavuz & ÇİYDEM, Erol & AKTAŞ, Elif (2013). “Tanzimat Fermanı’nın Arka Planı”, KED, Ankara: Kastamonu Eğitim Dergisi, c. 22, nr. 1, ss. 321-338

9. AKTEL Mehmet (1998). “Tanzimat Fermanı’nın Toplumsal Yansıması”, İİBFD, İstanbul: İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, c. 3, nr. -, ss. 177-184

10. TANPINAR, Ahmet Hamdi (2017). On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: DERGÂH Yayınları

11. ENGİNÜN, İnci (2020). Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), İstanbul: DERGÂH Yayınları