Geç Osmanlı Sınırlarının Çevresel Tarihi

Geç Osmanlı'da Yerele Odaklanan Alternatif Bir Tarih Anlatısı

Bu platformdaki ilk yazımda size dinlediğim bir podcast (An Environmental History of the Late Ottoman Frontier) ve bu podcast'in dayandığı kitaptan (Chris Gratien’in The Unsettled Plain isimli kitabı) bahsetmek istiyorum. “Çevre” konusunda dair özel bir ilgim olduğu için bu podcasti dinlemiştim. Aslında podcasti dinlemeden önce beklentim podcastin Osmanlı’nın çevre politikalarına (eğer vardıysa) ve insanlarla çevrenin etkileşimine dair bilgiler vermesi ve süreç içinde bu ilişkilerin hangi yönde değişim gösterdiğine dair daha geniş bir anlayışa ulaşmamı sağlamasıydı. Ancak beklediğimden çok daha farklı bir biçimde podcast ve yazarın kitabı imparatorluğun genelinden ziyade yerele odaklanıyor ve imparatorluğun modernleşme sürecinde yaşanan değişimlerin yerelde insanlar arasında, insan ve doğa; ve insan ve devlet arasındaki ilişkileri nasıl şekillendirdiğine dair bilgiler veriyor. Bu açıdan daha önce herhangi bir şekilde “büyük anlatı”ların bize gösterdiği tarih anlatımından daha uzak olmakla birlikte bize sıradan insanların hayatlarına ve devlet ve doğa ile olan ilişkilerine dair çok daha yakın bir konumdan ve daha önce anlatılmamış bir bakış açısıyla bakma imkanı veriyor. 

Öncelikle yazarın kitapta ve kitabın açıklamasını ve yorumlamasını yaptığı podcastte temel olarak neye değindiğine açıklayarak başlamak istiyorum. Yazar kitabına sıradan bir halktan olan Ömer’in hikayesini anlatarak başlıyor ve aslında kitapta yapmak istediği temel şeylerden birisi de bu: büyük anlatıdan ziyade yerelde insanlara ve onların hikayelerine odaklanıp konuya bambaşka bir yerden bakabilmemizi sağlayacak bir bakış açısı yaratmak (Gratien, 2). Yazar Kilikya bölgesine hatta daha da özel olarak Çukurova’ya ve Tanzimat ile yaşanan dönüşümlerle birlikte oradaki yerel halkın hayatlarının 1860’lardan itibaren ne yöne evrildiğine ve insanların bu dönüşümlere nasıl tepki verdiği sorusuna cevap vermeye çalışıyor. Çukurova’yı seçmesinin sebebini ise podcastte bölgenin 19. yy Osmanlısını anlamak için hayati bir öneme sahip olduğunu söyleyerek temellendiriyor. Sıradan insanların hayatlarındaki değişimleri takip etmek her zaman arşivleri takip etmekle olan bir şey değil çünkü arşivler daha çok büyük anlatıların karşımıza çıktığı ve bu anlatıların belli amaçlarla yazıldığı ve korunduğu yerler. Bu yüzden yazar yerel halkın hayatlarına dair hikayelere ulaşmak için özellikle halk türkülerini kaynak olarak kullanıyor (Gratien, 9). Çünkü halk türküleri arşivlerden farklı olarak bir kurum çatısı altında korunan ve istenildiği zaman fiziksel olarak ulaşılabilecek kaynaklar değil. Türküler, nesiller boyu yöre halkının ortak hikayelerini ve geçmişlerini hatırlamak için tekrar tekrar seslendirdiği ve bizim de yüzyıllar sonra büyük anlatılarda isimleri geçmeyen ve tarih yazımı sırasında hikayeleri karanlıkta kalan insanlara dair bilgi edinmemize yardımcı olan sözlü kaynaklar. Yazar, bu şarkılar sayesinde yerel halkın hayatında yaşanan değişimlere ve halkın bu değişimlere karşı tepkisine dair fikir sahibi olmamızı sağlıyor. Özellikle kitapta ve podcastte bahsedilen Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” sözü bize imparatorluğun iskan politikalarına dair yerel halkta oluşan huzursuzluğu anlamamız için bir kaynak olarak gösteriliyor. Yazar halk türküleri ve sözlü kaynaklara başvurmanın yanında özellikle o coğrafyayı tüm hayatı boyunca bitmek tükenmek bilmeyen bir ilham kaynağı olarak bulup anlatmış olan Yaşar Kemal’in kitaplarından ve röportajlarından da yararlanıyor. Kırda yaşayan insanların hayatlarının ne yöne değiştiğini, nelerin aynı kaldığını anlattığı ve bunu yaparken de merkezine insan deneyimlerini alan Kemal’in kitapları yöre halkını ve o bölgenin yaşantısını anlamak için alternatif bir kaynak olarak kullanılıyor yazar tarafından (Gratien, 8). 

Sürekli yerel halkın hayatlarındaki dönüşümden ve onların bu dönüşüme tepkilerinden bahsettim ancak nedir bu dönüşüm? Yazar aslında 1839’da kabul edilen Tanzimat fermanı ile başlayan Osmanlının Batıyı hedef olarak görüp modern bir devlet kurma çabasının gerektirdiği politikaların özellikle halk üzerinde yepyeni bir yaşam tarzını farklı biçimlerde teşvik etmeyi hatta çoğu zaman bu yaşam tarzını zor kullanmak gerekse bile uygulamaya geçirmeyi gerektirdiğine değiniyor. Uygulanmaya çalışılan bu politikalar temelde yöre halkının hareketlerinin sınırlanmasına ve bu yolla onların ekoloji ve çevre başta olmak üzere çevreleriyle ilişkilerinin dönüşümler geçirmesine dayanıyor. Bu bölgede yaşayan insanlar mevsimlik göçlerle yazın dağlarda, kışın da yaylalarda konaklıyor. Bu aslında yerel halkın yarı otonom olarak varlıklarını sürdürebilmelerini sağlıyor. Bu sayede yöre halkı hem belli bir alanda otonomilerini devletle çok fazla etkileşmeden sürdürme imkanına sahip oluyor hem de aslında vergi vermek gibi bir yükten kurtulmuş oluyorlar. Merkezi otoritenin bu durumdan rahatsız olması anlaşılabilecek bir durum çünkü hazinenin temel gelirlerini halktan toplanan vergiler oluşturuyor. Hükümet Tanzimat ile birlikte oluşturulan yeni orduyu vergilerle besleyebilmek ve merkezi otoriteyi arttırarak devleti modernleştirmek için bölgede iskan (yerleştirme) politikaları uygulamaya başlıyor. Ancak yazar Çukurova’ya odaklansa da bizlere bu politikaların benzer biçimlerde imparatorluğun farklı coğrafi kesimlerinde de uygulandığını hatırlatmadan geçmiyor (Gratien, 13). Bu iskan politikaları Kırım Savaşı’ndan sonra Tanzimat’ın kırsal kesimlerde uygulanmaya çalışılması ile başlıyor. Yazar iki tür iskan poltikasından bahsediyor. Birincisi, mevsimlik göçlerle yer değiştiren göçebe halkın verimli ve ekilmemiş arazilere yerleştirilmesi (“sedentarization of nomadic people”). İkincisi ise, imparatorluğun farklı bölgelerinden gelen muhacirlerin (göçmenlerin) tarımsal gelişmeyi sağlayacak topraklara yerleştirilmesi. Genel tarih yazımında olduğu gibi biz de burada devletin kar zarar dengesini güderek konuya yaklaşırsak ulaşacağımız sonuç şu olacaktır: imparatorluğun farklı yerlerinden gelen göçmenlerin oluşturduğu sorunu ve göçebe halkların göçebe olmalarından dolayı ellerinde tuttuğu yarı otonom olma özelliği ve vergiden kaçınma sorununu çözmek için bu insanları bir yere yerleştirmek aslında bir taşla iki kuş vurmak olacaktır ve aslında bu devletin merkezi gücünü artırmak için büyük bir fırsat hatta bir zorunluluktur. Aslında bize de zaten yıllar boyunca sunulan perspektif devletin bekasını her şeyin üstünde tutmayı hedefleyen bu perspektif idi. Ancak gördük ki bu tarih yazımı aslında bu politikalara maruz kalan binlerce insanın hayatının çok temelden dönüşüme uğraması ve hayatlarının şiddet ve kayıplar çevresinde şekillenmesi anlamına geliyor ama bunlar da anlatılmıyor. Yazar kitapta devletin politikalarının “çevreyi modern devletin ve sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlemek amacıyla kırsaldaki insanları hem kültürel hem maddi açıdan gasp ettiğini” söylüyor (Gratien, 10). Yazar bu dönemde yaşanan değişimlere imkan sağlayan güç ilişkilerinin hiyerarşisini anlatmak için “usurpation” kelimesini kullanıyor: gasp etmek. Yerel halk, doğayı tanıma ve onunla topluluğun yüzyıllar süren bir süreçle oluşan ortak bilgisine (“communal knowledge”) dayanarak ilişkiye girme ve bu sayede kendi yaşam modlarını (“modes of habitation”) kurmuş olmasına rağmen devletin uygulamaya çalıştığı politikalar onların bu otonomiyi yitirmelerine ve ortak bilgiyi kullanma konusunda sınırlandırılmalarına neden oldu. Bu aslında çok temel anlamda insanların çevreleriyle ev doğa ile olan ilişkilerinde değişimler olması demek. İnsanların doğayı anlama ve onu hayatlarına dahil etme alışkanlıkları zaman içinde değişti. Aynı zamanda yerel halk ve iskan politikalarına tabii tutulan diğer göçmenler imparatorluğun ihracat ihtiyacını karşılamak için uygulamaya konulan pamuk ekonomisinde çalışmak zorunda kaldılar. Yazar pamuk üretimi konusuna özellikle değiniyor ve aslında bölgenin tarımsal açıdan bir değişim merkezi olduğunu açıklıyor podcastte. Yerel halk yerleştirildikleri bölgede imparatorluğun ihracat payını karşılayabilmek için çok ağır ve bedensel konforlarının olmadığı ve daha da önemlisi sıtmanın yayılmasına zemin hazırlayan ortamlarda çalışmak zorunda kaldılar (Gratien, 6).

Bu süreçte birçok insan çeşitli hastalıklar ve yaşanan ekonomik bunalım yüzünden hayatını kaybetti çünkü süreç tam anlamıyla yerel halkı yerinden etme (“displacement”) ve mülksüzleştirme (“dispossession”) ekseninde yürüdü  (Gratien, 6). Her ne kadar bu süreç devletin şiddeti sonucu insanları maddi ve manevi kayıpları açısından çok acımasız ve inanılmaz şiddetli bir süreç olsa da yerel halkın bu değişimlere gösterdiği tepkiler ve direnişler de vardı. Çünkü o insanlar o bölgeye “aittiler” (“sense of belonging”). Bu direnişler çok farklı şekillerde gerçekleşti. Öncelikle kesinlikle silahlı direnişler var oldu ancak asıl direnişler insanların bu değişen ortamda hayatlarını devam ettirebilmek için günlük yaşamlarında eski deneyimlerini kullanmaları ve değişen koşullara uyup hayatta kalmalarıydı. Yazar kitabında yerel halkın yeni düzene uyum sağlamada nasıl bir strateji benimsediklerini şu sözlerle anlatıyor: “Kırsal kesimdeki insanlar, geldikleri dünya geri dönülemez biçimde değiştikten sonra bile yer duygusunu, yerel bilgi ve hafıza biçimlerini korudular” (Gratien, 7). İnsanlar yaşanan her şeye rağmen kendi yerel hafızalarının kaybolmaması için çok büyük bir güç tarafından uygulanan bir şiddet karşısında dahi direndiler. 

Yazarın üzerinde durduğu bir başka konu da sıtma ve hastalığın etkilerinin insanların hayatını nasıl somut bir biçimde şekillendirdiği. Sıtma yaz döneminde özellikle sıcaklıkların artmasıyla sivrisineklerin ortaya çıkması ve hastalığı insanlara bulaştırmasıyla yayılan bir hastalık. Aslında doğruyu söylemek gerekirse böyle bir salgın hastalığın yıllarca o coğrafyada yaşayan insanların hayatlarını ve yaşama biçimlerini elle tutulur bir biçimde etkilediğine dair bir bilgim yoktu. Birçok insan 14. yy’da özellikle Batı’da yaşanan ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan veba (“black death”) hakkında bilgi sahibi. Ancak benzer salgınların başka coğrafyalarda hatta bize çok yakın olan yerlerde dahi var olmuş olduğundan bihaber olabiliyoruz. Ben sıtma salgınını ve onun insanlar üzerindeki etkilerinin bu podcasti dinledikten sonra öğrendim. Özellikle iskan politikalarına tabii tutulan göçebe yerel halk bilinçli bir şekilde sıtmadan kaçınmak için yazın havanın daha serin olduğu yüksek kesimlere, dağlara gidiyorlardı. Bu göçebe hayatı yaşamalarının tek sebebi olarak sıtma hastalığından korunma güdüsü kanıt olarak sunulamaz ancak yazar yerel halkın bunun bilincinde olduğunu vurguluyor. Yerel halk için sıtma aslında bir varoluş sorunu. Sadece doğal sebeplerle ortaya çıkmayan aynı zamanda imparatorluğun iskan politikaları ve bu politikalar sonucunda başarmayı amaçladığı ihracat payını karşılamak için oluşturulan ticari tarımın da beraberinde getirdiği etkileşimlerle birlikte yayılımı hızlanan bir hastalık sıtma (Gratien, 21). Ancak öğreniyoruz ki bu sıtma hastalığının yükünü herkes eşit olarak yüklenmedi. Yerel halkın bu deneyimi yaşaması aslında hükümetin modern devlet kurma politikaları çerçevesinde ve buna paralel modern sorular ekseninde şekillendi (Gratien, 21). Sesi duyulmayan binlerce insan bu hastalıktan ölürken hükümet modern devleti inşa etme yolunda attıkları adımlarla tarih yazımında yenilikçi hatta devrimci olmakla ödüllendirildi. Tabii ki yapılan onca şey anlamsızdı demiyorum ben burada ama yazarın sıtmanın tarihinin aslında güçlü politik bir temeli olduğu yönündeki tezine katılıyorum (Gratien, 21). Yani aslında sıtma yazarın da dediği gibi “modern dünyanın oluşumunda ‘tropikal’ ortamların doğal ve içkin bir özelliği olarak maskelenen ‘sessiz bir şiddet’ türüydü” (Gratien, 21).  

Beni çok şaşırtan bir diğer konu da yazarın bölgeye dair bilgi edinmek için baktığı eski Avrupa kaynaklarında bölgenin sıtma ile eş tutulması ve buranın bir “hastalık yeri” olarak değerlendirilmesiydi. Orientalism’e dair bildiklerimin de aslında çok yetersiz olduğunun farkına vardım çünkü yazar aslında bu bölge ile hastalığı bağdaştırmanın ve birlikte değerlendirmenin bir tür “salgın oryantalizmi” (“epidemic orientalism”) olduğundan bahsetti podcastte ve bu bağdaştırmayı çözmek modern Türkiye'nin kuruluşuna dek pek mümkün olamayacağından. Özellikle modern Türkiye’yi kurma çalışmalarında sıtmayı tamamen ortadan kaldırmak için tıpta yaşanan gelişmeler de etkili oldu. Yazar, yeni hükümetin özellikle sıtma salgınını tamamen ortadan kaldırmak için ulusal halk sağlığı projelerine öncelik verdiğini ve özellikle başkent Ankara ve Çukurova bölgesinin bu yönde tıpta yaşanacak gelişmeler için birer araştırma merkezleri haline getirildiğini anlatıyor (Gratien, 20). Hükümet Tanzimat’tan itibaren modern devleti kurmak amacıyla yürürlüğe koyduğu politikalarla birlikte yerelde insanların yaşam biçimlerini, onların çevreleriyle olan ilişkilerini ve aslında devlet ile arasındaki ilişkileri temelden etkileyecek adımlar attı. Her ne kadar bu süreç birçok şiddeti içinde barındırsa da insanlar yerel hafızalarını koruyarak kendi yaşam biçimlerine yabancı olan yeni bir ortamda hayatta kalmayı başardılar. 

Son olarak değinmek istediğim konu ise yazarın yaşanan tarihi yerel halkın bakış açısından anlatması ve özellikle bunu bir “çevre tarihi” yazma işiyle birleştirmiş olması. Büyük anlatılar bize bu alanda çok fazla seçenek sunmadığı için bunu kesinlikle çok değerli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca yazarın yaptığı ve çok kıymetli bulduğum bir diğer nokta da kaynakların eko-eleştirel okumasını (“eco-critical understanding of the sources”) yapmasıydı. Mesela biz yıllardır Tanzimat’a dair öğrendiğimiz her şeyi “devletin yaptığı” ve halka “bahşettikleri” üzerinden değerlendiriyoruz. Ancak yazar burada Tanzimat’ı kırsal hayatı dönüştüreceği ve bu yolla bunu tüm imparatorluğa uygulayacağı bir çevre programı olarak okuyor ve bu benim daha önce asla karşılaşmadığım ve kesinlikle aklımı başımdan alan bir bakış açısıydı. 


Kaynakça:

An Environmental History of the Late Ottoman Frontier | Chris Gratien https://www.ottomanhistorypodcast.com/2022/03/gratien.html 

Gratien, C. (2022). ‘The Unsettled Plain: An Environmental History of the Late Ottoman Frontier’, Stanford University Press. (Introduction)