Güneşten Gelen Adalet

Sanırım gökyüzüne bahar geldi.

İkindi sularıydı, en azından güneş öyle gösteriyordu. Güneşe daha bir dikkatli çevirdi kafasını. “Sanırım gökyüzüne bahar geldi,” diye geçirdi içinden. Çürük duvarların içinden, paslı demirlerin ardından güneş ışığını hissetmek, en güzel yemeği yemiş olmak gibiydi. Evet, yemek. Çünkü yıllardır hayalinde kullanabilecek bir nesne görmemişti. Gülümsedi; hayli zaman olmuştu, ufak şeylerden büyük mutluluklar çıkarmayalı. Kirden rengi değişmiş, yıllardır ırgatlık yapan işçinin elleri gibi harap olmuş yatağına uzandı. Ayaklarını yatağın kenarından aşağı uzattı. Gözlerini güneşten gelen umuda, başını gönlündeki yuvasına çevirdi.

Birden gardiyanın sert sesi, içine bir nokta koydu. Bir iki dakika sonra saymaya başladı. Neydi saydığı? Olmayan ruhu mu? Dar ağacında kalan özgürlüğü mü? Neyi sayıyordu bu kadın? Gitti… Televizyonu biri açtı. Bitmek bilmeyen sorunlarla doluydu yine altyazılar. Memleketin durumunu anlatmaya başladılar, ama onu hiç ilgilendirmiyordu memleket meseleleri. Hiç de iç açıcı değildi zaten.

Temiz hava almalıydı bu öksürüğü durdurabilmek için. Hoş, bu tarifi olmayan yerin ona temiz hava vereceği de yoktu. Çıkmadı… İstedi aslında. Ne garip değil mi? Çıkmak isteyip çıkamamak, yok olmak isteyip var olmak? Ve her şeyin senin elinde gibi görünüp hiçbir şeyinin olmaması… Aklında hep bu sorular dönüyordu, ilk günden beri… Önce birinden su istemeye yeltendi, vazgeçti. Şimdiye kadar istememişti kimseden. Bu yüzden de burada olduğunu biliyordu. Bir kere istedi. Yardım istedi ve bu kuyuya düştü.

Kapıya kadar yürüyebildi. Öksürük geçmediği için nefes nefese kaldı. Pencereden bakarken, ağırlık koyulmuşçasına beli büküldü. Bir eli kapıdan destek alırken, diğer elini dizinin üstüne koydu. Hâlâ öksürüyordu. Yatağına, derbeder o örtünün üstüne oturdu. Bu sefer uzanamadı. Başı eğik duruyordu. Yine o az önceki nedenler dönüyordu içinde. Yıllar önce yaşanan bir haksızlığın ortasında kalmıştı; güvenmişti. Hakkını istedi, iftiraya uğradı. Askerler tarafından işkence görmüştü, gururuyla alay edilmişti, ruhu sömürülmüştü. Buraya atılınca da bir daha dışarı çıkamamıştı. Bir yandan da ölüm korkusu kaplamıştı yüreğini. Haberleri de dinlemiyordu. Korkuyordu, hâlâ böyle olayların devam ediyor olmasından. O yüzden televizyon açık olsa da duymazdan geliyordu.

Çok değil, tüm bunlar boran olurken içinde, büyük bir gürültü patladı koğuşun ortasında. Moloz parçaları, toz bulutları, eşya parçaları… Her şey bir anda önüne yığıldı. Ama o, tüm bunların arasından belki de hayatta ilk defa görmek istediğini görüyordu. Duvarların ardından gözlerine vuran akşam güneşinin ışığı… O an kalbinde bir sıcaklık hissetti. Gözlerini güneşten gelen umuda, başını gönlündeki sonsuzluğa çevirdi ve ebediyete doğru yola çıktı. Adaletsizlik korkusundan dışarı çıkamazken, Azrail sadece onu almıştı binlerce kişilik cezaevinden. Korkuyordu adaletsizlikten, televizyon izlemiyordu.