Hiçbir şey

kazandığın ya da kaybettiğin hiçbir şey seni ölümden kurtarmayacak, geçmişe asla dönemeyeceksin.

Kendini kötü hissettiğinde dünyanın bunu anlamasını istiyorsun ve hayatın sana diğer kötü günleri bir armağan gibi vermesine katlanamıyorsun.

Fakat her şey daha da berbat hâle geldiğinde fark ediyorsun ki dünya küçükken kurduğun hayalleri gerçekleştirebileceğin bir ütopik evren değil. Ve kimse de sen değil. Aslında bir zaman sonra sen bile, sen olmamaya başlıyorsun. Zamanla kendini yitirdiğini belki de oldukça geç fark ediyorsun. Yaşadıkların ve yaşamadıkların ile bir şekilde yaş alıyorsun fakat olgunlaşamıyorsun. Ama bu doğru değil, çünkü beklentiler var. Yani belli bir yaşa geldiğinde artık olgunlaşman gerek. O ne demek bilmiyorsun, sadece sokağın ortasında haykırarak ağlayıp avazın çıktığı kadar bağıramamakla ilgili olduğunu düşünüyorsun.

18 yaşına bastığın gece bir peri anne sana gelip olgunlaşmanın tarifini vermiyor, asasını alnına değdirip seni büyülü bir insan yapmıyor. Yaş aldıkça, küçükken hakkında konuştukları kişi olmadığını fark ediyorsun. Yani darbe üstüne darbe alıyorsun denebilir. Herkesleşiyorsun, sıradanlaşıyorsun. Bir zamanların doğuştan yetenekli şahısıyken geçen yıllar ile beraber “yüzyılın huysuzu” oluveriyorsun. Her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna inanmak, her durumu kabullenmene neden oluyor. Fakat bunu kabullenirken kimliğini zedeliyorsun. Hayata karşı gelmeye cesaretin olmuyor, bunlar için fazla hassas olduğunu biliyorsun. Hem cesur olup hem de hassas olamazsın gibi davranıyorsun.

Zamanın kederden başka bir şey getirmediğini gördüğünde ve her şeye rağmen hâlâ o küçük kız çocuğu olduğundan… Her şeyin o kadar da doğru olmadığını anlıyorsun. Fakat bu yeterli olmuyor, aslında hiçbir şey olması gerektiği kadar yeterli olmuyor. Her şey ya oldukça fazla ya da oldukça az. Bir zaman sonra yüreğinde taşıdığın herkesin göğüsünde ağırlaşmaya başladığını hissediyorsun, böylece onları kaybetme korkusuyla her gece gözlerini açmamak üzere yumuyorsun. Onların yokluğunun seni de yok edeceğini bildiğinden herkesten önce kaybolup gitmek istiyorsun. Yarın olması hayatın senden daha fazlasını alıp götürmesi demek, biliyorsun. Uykusuz gecelerinin nedeni de bu düşünce yığınları olmaya başlıyor.

Acıyla yaşaman gerektiğini biliyorsun çünkü bir şekilde acıların içinde de tebessümler yer alabiliyor. Yani öyle olmasa hepimiz aklımızı kaçırırdık değil mi? Belki de kaçırdık… Her gün, adımlarını sayarak yürürken bir şeylere devam etmen için geçmişteki yaralarını iyileştirmek zorunda olmadığını fark ediyorsun. Geçmişin yalnızca seninle alakalı olmadığını fark ettiğinde kendini eskisi kadar suçlamıyorsun. Her gün bir şekilde kafandaki kara bulutlarla güneşli günlere uyanıyorsun. Tenin cayır cayır yanıyor ama aslında çok üşüyorsun. Yüzündeki yağmur damlalarını silmeye mendil yetmiyor bazen. İnsanlarla konuşuyorsun ama bahsettiğin hiçbir şeyi gerçekten kastetmiyorsun. İlkbaharları ve yazları sırf iyi bir şeyler olması umuduyla bekliyorsun fakat hayatının en kırıldığın kısımlarının o mevsimlerdeki anılar olduğunu unutup gidiyorsun.

Ellerinde kalın bir halat hissediyorsun… Çıplak ayaklarının çimlere değdiğini hissediyorsun. Ağaca bağladığın salıncağı hissetmen için onun orada olmasına gerek yok, yavaşça hareket ediyorsun ve bir an bir kuş olduğunu düşünüyorsun. Kendini o ana sıkıştırmak istiyorsun, gerçeklerle devam etmemek için daha fazla uyumak istiyorsun. Kafana sıkışıp kaldığında geçmişe dönmek için kendi ayaklarına kapanıyorsun. Çünkü eski seni özlemekten başka bir şey hissedemiyorsun. Bunun üstesinden de gelemiyorsun. Bu acı verici ama doğru. Düşüncelerin bir salı sabahında kayboluyor, hislerin bir ağustos gecesine sıkışıp kalıyor. Her şey değişiyor, sen sadece eskisi gibi hissetmek için olduğun yerde saymaya devam ediyorsun. Pervasızca bağırmanın karanlığı yüreğinden sileceğini düşünüyorsun, hâlâ öyle düşünüyorsun.