Hıdırellez’in Toplum Hafızasındaki Yeri

Yalnızca bir gelenek değil; kolektif hafıza ve birleştirici güç olarak umudun simgesi.

1. Kültürel Bellek ve Ortak Kimlik:

Hıdırellez, her yıl tekrarlanan gelişigüzel ve eskimiş bir batıl inanç değil; halkın geçmişiyle ve birbiriyle kurduğu bağın yaşayan bir göstergesidir. Her yıl tekrarlanan bu tür ritüeller, bireylerin kendilerini daha büyük bir bütünün parçası gibi hissetmelerini sağlar. Kültürel antropolojide ise bu tür pratiklere kolektif hafıza ya da kültürel bellek adı verilir. Fransız düşünür Maurice Halbwachs’a göre, bireylerin hafızası toplumsal bir yapı içinde şekillenir. Yani biz bir olayı ya da zamanı bireysel hafızamızda değil, toplulukla kurduğumuz ilişki içinde hatırlarız.

Hıdırellez de bu bağlamda, topluluğun ortak geçmişini ve değerlerini kuşaktan kuşağa aktarır. Anneanne ya da dededen dinlenen dilek dileme ritüelleri, gül dalına bağlanan niyet kâğıtları ya da ateşten atlama gelenekleri, kişisel bir geçmiş değil; toplumsal bir hafızanın parçalarıdır. Bu ritüeller yalnızca kuşakları aynı hikayede birleştirmekle kalmaz. Yaşadıkları anda da birbirleriyle bağlarının derinleşmesini sağlar. Aynı hikayenin bir parçası olduğunuz hissettiğinizde kök salıp güçlenirsiniz aslında. Kimlik inşanız sağlam temellere oturur, sağlamlaşır. Çünkü kimlik yalnızca aile, soy veya dil gibi temel ve genel ezberlerle kurulmaz; hafıza, duygu, bağ, ortak ritüel ve mekânlarla pekişir. Hıdırellez de bir toplumu birleştiri kültür ritüllerinden biridir.

Toplumsal dayanışma ve ritüel

Hıdırellez, dilek dilemenin veya baharı karşılamanın ötesinde, toplumsal buluşmanın ve birleşmenin bahanesini yaratan bir ritüel alanıdır. Antropolog Emile Durkheim’ın da vurguladığı gibi, dini ya da geleneksel törenler sadece inancı değil, topluluğu da ayakta tutar. Ortak bir ritüelin etrafında toplanmak, bireyleri “ben” olmaktan çıkarıp “biz” yapan bir dönüşüm yaratır.

Hıdırellez gecesi parkta bir araya gelerek güllere dileklerini asan insanlar, mahalle arasında yakılan ateşin etrafında toplananlar, birlikte dileklerini yazan aileler, arkadaşlar, suyun akışına bırakılan sabahlar, birlikte yapılan hazırlıklar; edilen dualar... Hiçbiri yalnızca bir gelenek deyip geçilecek şeyler değil; toplumsal bağ kurma pratikleridir.

Bu tür ritüellerde insanlar duygusal dayanışmayı ortaya çıkararak; umutlarını, korkularını, geçmişin yükünü ve geleceğin hayalini paylaşırlar.

Ayrıca Hıdırellez, kültür zamanı yaratarak bizleri gündelik olayların dışına çıkarır. Bu nefes alanı, hem birbirimizle hem de doğayla başbaşa kalabildiğimiz, güzellikleri görebildiğimiz, mutluluğu hissettiğimiz, baharı ve umudu ortak paylaşımla hatırladığımız, karalarımızı birkaç saatliğine unuttuğumuz ve renkleri yeniden keşfettiğimiz, sıradanlıktan ve etiketlerimizden çıktığımız, kimliklerin bulanıklaştığı bir yenilenme alanıdır bir nevi. O gece yakılan ateş, kışın ayazına bir veda; güneşin doğuşuna bir merhabadır. Yani, yeni bir başlangıcın inancını güçlü ve bir arada mümkün kılmaktır. Çünkü birey aslında yalnızken değil aynı hisleri ve anıları paylaştığı topluluğuyla bir aradayken mutludur, güçlüdür, umutludur.

Kültürel süreklilik ve değişim

Hıdırellez, yüzlerce yıldır kutlanan bir gelenek. Ancak bu uzun ömürlü varoluşu, onun değişmeyen değil, dönüşebilen bir kültürel yapı olduğunu gösterir. Kültürel antropolojiye göre bir gelenek, sadece muhafaza edilerek değil; yeni anlamlarla yeniden yorumlanarak hayatta kalır. Hıdırellez’in bugüne taşınabilmesinin ardında da bu dönüşebilme kabiliyeti yatar.

Eskiden köy meydanlarında, nehir kenarlarında ya da boş arazilerde yapılan Hıdırellez kutlamaları, bugün şehir parklarında, sosyal medya etkinliklerinde ya da bazen apartman bahçelerinde gerçekleşiyor. Örneğin belki de yeni nesiller artık dileklerini gül dalına değil, dijital not alarak yazıyor olabilir. Bu, dilek dileme geleneğinin kaybolduğu anlamına gelmez; sadece başka bir yapıda devam etmesidir. Bu da kültürel sürekliliğin dijital çağda nasıl yeniden üretilebildiğini gösterir. Ritüelin biçimi değişse de özü korunur.

Öte yandan bazı bilgiler zamanla yerini boşluklara bırakabiliyor. Neden ve nasıl soruları sorulmadan yalnızca eylemin mucizesine odaklanabiliyoruz. Örneğin; Hızır ya da İlyas figürü, yeni kuşaklar için arka planı bilinen kültürel anlatı olmaktan çıkmış olabilir. Ancak sembolik düzeyde "bir mucizeye inanma" hali fazlasıyla yeterli ve motive edici. Görüyoruz ki ritüeller, olduğu gibi kalmak ve yapısını korumak zorunda değil. Pratiklerimizle taşıdığımız niyet, bütünlük, duygu ve imge dünyası var olduğu sürece ritüellerin oluşturduğu kültürel yapı da kendini var etmeye devam eder.

Antropolog Arjun Appadurai’nin dediği gibi, kültür bir “arşiv” değil, bir “akış”tır. Hıdırellez de bir arşiv değildir; geçmişin değerlerini bugünün koşullarında yeniden kurma pratiğidir.

“Çocukken annem ve teyzelerimle birlikte kağıtlara dileklerimizi yazardık. Onları katlar gül acağına asar sabah da gün doğmadan nehre atmaya giderdik. Akşam eğlencesi de cabası. O dilekleri yazarken edilen sohbetler, kurulan hayaller, paylaşılan anılar... Umut ve neşenin olduğu yerde hayat vardır aslında... ve hayat sandığımızdan daha kolay mutlu olmaya değer bir yerdir. İnsan, günün karmaşası ve sorumlulukları arasından sıyrılıp sevdikleriyle gülümseten anlar yaratabilirse anlıyor ancak bu basit yaşam oyununu. Dileklerimiz de sandığımızdan küçüktü aslında. Ne değerli şeylere sahip olduğunu da hatırlatır aslında dilek ritüelleri. Sahip olduklarını, mutluluklarını, sevdiklerini kaybetmemek için yazarsın bazen... Çocukken genelde böyledir. Kimi sağlık, kimi yuva, kimi de okul kazanmayı dilerken arasında utangaç bir şekilde: "Ali beni sevsin." dileği gelir minik bir kalpten. Sonra hep birlikte gecenin serinliğinde yakılan ateşin etrafında şarkılar söylenir."

Hıdırellez gecesi yanar bir ateş: paylaşmanın, umudun ve birlikte olmanın ateşi.