Hikâyelere Âşık İnsanın Varoluşunda Sanatın Yeri

Hikâyeler, kim olduğumuzu ve kim olacağımızı yansıtır. Ancak en önemlisi, insanlığın en büyük arzusunu ortaya çıkarır: Varoluşu haykırmak.

Mitolojiler, efsaneler, masallar ve daha niceleri…

İnsan, varoluşunun en başından beri kendini açıklamaya çalışıyor: Yıldızları, toprağı, doğayı inceleyerek hep bir hikâye arıyor, hatta bir hikâye olmak istiyor. Tanrı Ülgen, İnanna, Demeter, Umay Ana, Izanagi ve Izanami… Adları farklı olsa da hepsinin amacı ortak: İnsanı anlatmak, anlaşılmak, anlam yüklemek.

Kendi yaratılışlarına dair hikâyeler üreten toplumlar, bir yandan da dönemin insanına ışık tutan mitolojilerle kimliklerini inşa ettiler. Ardından insan, kendini yazmaya başladı. Bu, özne olmanın keşfi ve unutulmaktan korkmanın bir sonucuydu. Var olmayı haykırmanın ilk tadıydı bu: Belki de ilk kez yarattığımızda anladık bunu; düşüncelerimiz soyutluktan çıkıp somut hâle geldiğinde, kil elimize ilk bulaştığında, ilk müzik aletini yaptığımızda, mağara duvarlarına resimler çizmeye başladığımızda, ilk hikâyeyi yazdığımızda, ilk heykeli biçtiğimizde…

“İnsanın varlığı nedir? Görünüşe göre her şey oldukça basit: Bizler gökyüzüne bakan ölü yıldızlarız.” Michelle Thaller

Bu söz, insanın küçüklüğünü, varoluşunun gizemini ve ne kadar az bildiğimizi yüzümüze çarpıyor. Ama belki de kim olduğumuz aslında çok açık: Kendi hikâyelerini yazmaya çalışan ölü yıldızlarız. Her birimiz farklı bir şarkı söylüyoruz ama amacımız aynı: Geride bir şarkı bırakmak. Bu farkındalık bizi daha yaratıcı olmaya, daha çok “özne” olmaya itti. Rönesans ve Aydınlanma dönemleriyle birlikte insan özne olmayı öğrendi, benimsedi ve önemini kavradı. Çünkü merkezde olan insan daha çok düşündü, daha çok konuştu, daha çok yarattı.

Bu, toplu bir haykırıştı aslında: “Buradayız, buradaydık.” demekti.

Sanatla kendini anlatmaya başlayan insan, yüzyıllar sonra bile anlaşılabilecek mesajlar bıraktı geride. Sanat, öğretici oldu; bir güç, bir hafıza hâline geldi. Bir toplumun, bir milletin, geçmişi ve geleceği; dersi ve ödevi oldu.

Sanat ödevinden kalan toplumlar ilerleyemedi. Çünkü sanatı anlamayan; toplumu, insanı ve tarihini de anlayamadı.

Bir devletin, iktidarın ya da egemenin sanatı reddedişinin nedeni açıktır: Var olanı görmek istememektir bu. Sesleri kısmak, “Ben varım” diyen özneleri susturmaktır. Özneye insanı değil, baskıyı koymaktır bu. Çünkü özne olmayan insan ses çıkaramaz; ses çıkaramayan insan ise özgür olamaz.

Sanat, insanlık tarihinin başından beri özgürlüğün sembolü oldu. Özgürlüğü temsil etti, öğretti, güçlendirdi. Bu nedenle sanat hem bir araç hem de bir amaçtır. Tüm baskılara rağmen sürdürülen sanat, direnişin sembolüdür; insanlığın kolektif haykırışıdır.

İnsan ölür, ama sanat ölmez.

İnsan ölür, ama fikirler yaşamaya devam eder.

Ve bu, insanı özneden koparmak isteyen her gücün en büyük korkusudur, çünkü bilirler ki fikirlerle savaşamazlar.

Sanat bir yolunu bulur, bulmuştur, bulacaktır.