İdlip Krizi ve Türkiye

İdlip Krizi Suriye meselesinin düğüm noktasıdır Çözüme ulaşabilmenin yolu ise "aktif caydırıcılık" tan geçmektedir..


İdlip krizini yalnızca Suriye meselesi bağlamında değerlendirmek hatalı bir yaklaşım olacaktır. Bu kriz, bir diğer kriz bölgesi olan Libya'da meşru Sarraç hükümetini destekleyen Türkiye ile General Hafter'i destekleyen Rusya arasındaki çatışmanın İdlip'e yansıması olarak da değerlendirilebilir. Bugün gelinen noktada İdlip krizi, Türkiye ile Esad rejimini doğrudan karşı karşıya getirmekle beraber; Libya'da karşı kamplarda yer alsalar da enerji ve güvenlikten, ekonomi ve ticarete kadar müttefiklik boyutuna taşınan Türk-Rus işbirlğinin de ciddi bir biçimde test edilmekte olduğu bir boyuta ulaşmıştır. Söz konusu kriz, aynı zamanda Suriyeli mülteciler bağlamında AB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin geleceğini de belirleyecek bir konumdadır.

İdlip krizinin ortaya çıkmasının baş müsebbibi esasen Rusya'dır. Rusya, Esad rejimi vasıtasıyla Türk askerlerine saldırarak 'stratejik' bir hata yapmış ve Suriye sahasında beraber hareket ettiği Türkiye'yi karşısına almıştır. Yakın dönemde Türk-Rus ilişkileri, 27 Şubat 2020'de bahsedilen saldırıyla Türk askerlerinin şehit edilmesine kadar devam eden süreçte, oldukça olumlu bir istikamette seyretmiştir. Ancak gelinen noktada, meydana gelen bu saldırının ardından özellikle Bahar Kalkanı harekatı esnasında iki ülke arasında gergin bir atmosferin hakim olduğu, hatta Rusya açısından bu durumun medya vasıtasıyla 'psikolojik harp' boyutuna ulaştığı görülmektedir. Türkiye ise yakın zamanda yaşanan bu hadiselerle birlikte Rusya'nın bölgedeki pragmatist siyasetinin farkına varmış, büyük bir inisiyatif alarak önce diplomatik, sonrasında ise askeri çözüm olanaklarını devreye sokmuştur.

İdlip, Suriye sorununun bir parçası ve esasen düğüm noktasıdır. Türkiye, Suriye sorunundan birinci derecede etkilenen bir ülke olarak gerek çok sayıda Suriyeli mültecinin ülkeye kabul edilmesi, gerekse Astana ve Soçi mutabakatları ve Cenevre görüşmeleriyle yıllardır devam eden sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermiş ve göstermektedir. Günümüze kadar bu sorunun çözülememiş olmasının sebebi, Suriye sahasında ana aktörler olan İran, Rusya ve ABD'nin bu soruna çözüm odaklı değil, aksine pragmatik bir şekilde "çıkar odaklı" bakmalarıdır. Bölgedeki en etkin aktörlerden biri olan İran, Suriye'de Pakistan ve Afganistan'dan getirdiği milislerle vekalet savaşı yürüterek, Suriye siyasetini Esad rejiminin devamlılığı üzerine kurgulamıştır. Esasen İran, 1979'da kurmuş olduğu ideolojik rejimin devamlılığını garanti altına alabilmek için güvenlik stratejisini ülke dışında yürüttüğü vekalet savaşları üzerine kurmuş, böylece Ortadoğu'da derin bir kaos ortamının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bölgedeki önemli aktörlerden bir diğeri olan Rusya, Avrasyacılık misyonu çerçevesinde eski imparatorluk günlerine dönme hülyası ve bu doğrultuda halihazırda ülkede edindiği askeri üslerle birlikte rejim üzerinde sağladığı nüfuzuyla bölgede hakimiyetini tesis etmeyi; ABD ise müttefiki YPG/PYD vasıtasıyla hem ülkedeki petrol sahalarında kontrolü sağlamayı, hem de İsrail'in de desteğiyle kurmayı planladığı kendi güdümünde olacak olan etnik temelli bir Kürt devleti projesi ile bölgede hegemonyasını devam ettirmeyi amaçlamaktadır. Ancak giderek kendi içine kapanan Trump ABD'si, geçmişte olduğu gibi Ortadoğu’da etkin bir konumda değildir. Öyle ki, Barış Pınarı Harekatı esnasında ABD, "kara ordusu" olarak zikrettiği YPG/PYD'nin Türk ordusu karşısında adeta bozguna uğrayıp, ciddi derecede zayiat vermesine dahi müdahale edememiş, olan biteni seyretmek durumunda kalmıştır. Dolayısıyla söz konusu ülkelerin içerisinde Suriye meselesinin ve İdlip krizinin çözümü için 'elini taşın altına koyup', askeri, siyasi, ekonomik ve diplomatik manada çaba sarfeden Türkiye haricinde hiçbir ülke bulunmamaktadır.


Moskova Mutabakatı ve muhtemel senaryo

5 Mart'ta Erdoğan ve Putin arasında imzalanan Moskova mutabakatı Türkiye açısından kısmen başarılı olarak değerlendirilebilir. Ancak İdlip'te, Türkiye'nin aleyhine birtakım gelişmelerin yaşanması da ihtimal dahilindedir. Örneğin; Esad rejimi mutabakatla sağlanan ateşkes sürecinde, TSK ve SMO'nun Bahar Kalkanı harekatıyla Esad kuvvetlerine verdirdiği ağır zaiyatı telafi edip, askeri gücünü tahkim etmeye girişebilir ve ateşkesi ihlal ederek saldırılarda bulunabilir. Bu sebeple, söz konusu mutabakatla sağlanan ateşkesin kalıcı olmayacağı, Suriye'de geçmişte edinilen tecrübeler de göz önüne alındığında kuvvetle muhtemeldir çünkü, "Suriye’de ilan edilen tüm ateşkeslerin ortak noktası, ateşkeslerin ateşin kesilmesi manasına gelmemesidir."1 Türkiye bu süreçte her türlü provakatif saldırıya karşı teyakkuzda olmalıdır. İdlip krizinin çözümünde Türk dış siyasetinde "stratejik esneklik"2 sağlanabilmesi, Türkiye’nin sahada sert gücünü ortaya koymasıyla mümkündür. Elbette ki sahada TSK ile birlikte hareket eden SMO kuvvetlerinin de desteklenip güçlendirilmesi de önem arz etmektedir.3

Suriye'de barış ve huzur ortamının tesis edilebilmesinin yolu, büyük ölçüde sert güçle sağlanacak "aktif caydırıcılık"4 konseptinin benimsenip uygulamaya sokulmasından geçmektedir. Bahar Kalkanı harekatıyla kısa sürede kazanılan başarıyla birlikte Esad rejimi, İran ve Rusya'nın geri adım atması, bunun açık bir şekilde göstergesidir. Şu hususu özellikle belirtmek gerekir ki; Suriye meselesinde Beşar Esad'ın dahil olduğu herhangi kalıcı bir çözüm mümkün gözükmemektedir. Bu sebeple çözüm için atılacak tüm adımlar, gelecekte Beşar Esad'sız bir Suriye perspektifiyle tasarlanmalı ve hayata geçirilmelidir.



Kaynakça

1.Ömer Özkızılcık, İdlip'te Ateşkes Sonrası Yol Haritası, Seta Analiz, Mart 2020, Sayı: 314

2.Murat Yeşiltaş, Stratejik esneklik, Sabah, 21 Aralık 2019

3.Hasan Basri Yalçın, Suriye Milli Ordusu, Sabah, 12 Mart 2020

4.Verda Özer, İha üssü Türkiye, Milliyet, 18 Aralık 2019