JOHN VIDAL’IN DİSTOPYASI VE BİZİ BEKLEYEN GELECEK

Şehirler iklim krizine ne kadar hazır?


The Guardian yazarı John Vidal, kaleme aldığı distopyayla birçokları için sanki hiç gerçekleşmeyecekmiş veya en azından onlar görmeyecekmiş gibi gelen iklim krizinin sonuçlarının hayatı nasıl şekillendireceğinden bahsediyor. Temelde 2050 yılına gelindiğinde şehirlerdeki nüfusun, dünya nüfusunun %70’ine eş değer olacağını hatırlatıp, şehirlerin ve hükümetlerin olası felaketleri önlemek için birlikte önlem alması gerektiğini vurguluyor.

Kısaca 2050 yılında yaşayan kahramanımızdan bahsedecek olursak: Kendisi 21 Eylül 2019’da, iklim zirvesinin başladığı gün doğmuş. Okyanusa çok yakın bir gökdelende yaşıyor. Hayatında hiç uçağa binmemiş ve hiç et yememiş. Arabaya ise birkaç kez binmiş. Karbon ayak izi sürekli ölçülüyor. Dışarısı genelde 40 dereceden daha yüksek sıcaklıkta olup, kavrulsa da evi serin oluyor. Kuraklık yüzünden çok sık elektrik kesintisi olsa da, hava kirliliği yok denecek kadar az çünkü belediye başkanı, şehir merkezinde fosil yakıtların ve otomobillerin kullanılmasını yasaklamış. Bitkisel beslenip, gıda ihtiyacını tarım yapılan gökdelenlerden drone ile sağlıyor. Fazladan para kazanabilmek için et ve karbon kotasını paraya çevirmiş. Kısa uçuşlar zaten yasak ama onun yaşındaki herkesin yılda bir kez gidiş dönüş, uzun uçuş hakkı var. Doğduğundan bu yana nüfus 2.5 milyar kişi artmış. Küresel ısınma, 2040 yılında güvenli olduğu belirtilen 1.5 derece sınırını geçmiş ve 100 yıl içinde 3.5 dereceye doğru gidiyor ve bu, ona su ve gıdanın ulaşılamaz hale geleceğini gösteriyor. Kutuplardaki buzullar beklenenden daha hızlı eriyor ve deniz seviyesi daha hızlı yükseliyor. Kahramanımızın taşınmaktan başka çaresi yok ama nereye taşınacağını ve bunun çözüm olup olmayacağını bile bilmiyor. Yine de birçok insana göre, iklim krizine karşı en iyi adaptasyonu sağlayan o çünkü yaşadığı şehir C40’ın parçası ve Şehir Dönüşümleri Koalisyonu’nun önemli ekonomistleri tarafından destekleniyor, iklim krizinin etkilerini azaltmak ve ekonomik refahı yükseltmek birinci önceliği olan bir ekip tarafından yönetiliyor.

Distopyanın kısa bir özetiyle birlikte gelecek hakkında fikir edindikten sonra, iklim krizine karşı neler yapılması gerektiğine, dünyadaki önde gelen şehirlerin neler yaptığına ve son olarak da ülkemizde neler yapıldığına bakalım.

İlk olarak, kabul etmeliyiz ki artık tüketici toplum düzenini değiştirmek zorundayız. Tüketim alışkanlıklarıyla birlikte, beslenme şekli de değiştirilmeli. Hayvansal gıdalardan uzak durulmalı (hayvancılık sektörünün çevre ve iklime verdiği zarar başka bir yazının konusu olsun ama tek bir örnek vermek gerekirse: Dünyadaki tatlı su oranı, %2 si yer altı kaynakları ve %1 i yer üstü kaynağı olmak üzere toplam %3 yer altı kaynaklarını çıkarmak çok maliyetli olduğu için biz, yaklaşık %1 lik dilimi kullanıyoruz ve bunun da % 30 luk dilimini sadece hayvancılık endüstrisinde harcıyoruz). Karbon emisyonsuz şehirler yaratılmalı, su kaynaklarının korunması ve ağaçlandırmaya öncelik verilmeli.

Dünyada neler olduğuna bakacak olursak, özellikle Kuzey Avrupa şehirleri, sıfır karbon şehir olmak için petrolden vazgeçiyor ve tamamen yenilenebilir enerjiye geçiyor. Sürdürülebilirlik adına plastikleri yasaklıyor. Seoul ve Merbourne şehirleri, ağaçlandırma adına öncülük ediyor. Danimarka, 2030 yılında emisyonları %70 oranında azaltmayı hedeflerken başkent Kopenhag, 2025 yılında karbon nötr olmayı hedefliyor. Sao Paulo, insanlara daha az su harcamaları için para ödüyor. New York, okyanus bariyerleri yapmayı planlıyor. Bangladeş de belediye başkanları ve hükümetler, erken uyarı sistemi ve şehir dirençliliğini arttırmak için birlikte çalışıyor. Bangladeş’teki Uluslararası İklim Değişikliği ve Kalkınma Merkezi’nden Hug, iklimsel çöküşe karşı adaptasyon sürecine en erken başlayanların, en başarılı şehirler ve ülkeler olacağını söylüyor.

Türkiye’deki durum ise dünyanın aksi yönünde. Ormanlarımızı ve su kaynaklarımızı yok ediyoruz. İklim krizi, gündemin yoğunluğundan kendine sıra bile bulamazken, öyle ki Greta, Türkiye’yi şikayet etmeseydi ülkenin iklim zirvesinden haberi olmayacaktı. Belediyeler ise popülizmle birlikte asıl işi olan musluktan içilebilir su, su arıtımı, geri dönüşüm, altyapı şehrin karbon emisyonu hedefleri geleceği planlama(burada sadece beş yıllık dönemi bile dahil edebiliriz) yerine, su faturası indirimi, halka kavurma veya kömür dağıtımı ile ilgileniyor. Nüfusu ve ülke ekonomisindeki yeriyle İstanbul en fazla sorumluluğa sahip. C40 şehirleri içerisinde bulunan İstanbul, henüz geleceğe dair bir su politikasına bile sahip değil ve sürdürülebilir ve sağlıklı bitkisel beslenmeye dayalı  besinlerin tüketilmesine teşvik eden bildirgeyi imzalayan 14 şehir içerisinde de bulunmuyor. (14 şehir : Barcelona, Guadalajara, Kopenhag, Lima, Londra, Los Angeles, Milano, Oslo, Paris, Quezon, Seul, Stockholm, Tokyo ve Toronto)

Durum şimdilik bu iken, umalım ki gerçek sorunumuz olan iklim krizinin, daha fazla gündeme gelmesi ve tartışılması ütopya olmaktan çıkar ki, biz de bu kaçınılmaz distopyaya kendimizi olabildiğince hazırlayabiliriz.