İki Cihan

Nefse hizmetten aşkın vecd haline geçiş.


 Bende sığar iki cihan

 Ben bu cihana sığmazam

 Cevherülamekân benim

 Bil ki mekâna sığmazam

 Cevherülamekân benim 

Bil ki mekâna sığmazam

Radyodan yükselen sesin ahengiyle çıkılan yol, tıpkı ömür gibi cam kenarından geçip giden ağaçlar, kuşlar...  

Yolcuyum, bazen ahesteyim, bazen meftûnum.  

Dün gecenin esrarındayım, kalem tutmaktan usanmış parmakların sancısını çekmekteyim.  

Kitabın kapağını kapattığımdan beri Nesimî’nin feryadı sarsıyor zihnimi, usulca rafa kaldırıyorum, biliyorum ki bir süre peşimi bırakmayacak bu kitap. İlk değil diyorum kendimce;  

Bu kitaplarla ilk hesaplaşmam değil, bu âlemle ilk karşılaşmam değil.  

Aynanın karşısında suretimi inceliyorum, ben miyim bu, yoksa benden öte ben miyim diyorum. Suyun yüzüme her değdiğinde bir parça götürüyormuş gibi, parmaklarımdan düşen damlalar gözyaşlarım. Göz pınarlarımdan akamayanlar oradan dökülüyor, yoksa gözlerim buna layık değil mi derken, kulaklarım çınlıyor:  

Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su  

Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çare su  

Demek ki gözyaşım yeterli değil bu ateşi söndürmeye. Yatağıma oturup bir süre şamdandaki ateşi izliyorum. Hakikaten üşüdüğünün işareti mi bu titremesi?  

Biraz ayaklarım üşüyor, hafiften ateşim çıkmış, kuşların cilvesini dinliyorum diye pencere açık kalmış, üşütmüşüm işte. Bir süre elim yanağımda alevin duvara düşen dansını izledikten sonra göz kapaklarım kendi halinde perdeyi çekiyor.  

Yılkı atlarının arasında yarışıyorum, kuşlarla semayı süslüyor, karıncalarla Süleyman’ın ateşine su taşıyorum. Hepsi ayrı selamla karşılıyor, hepsi ayrı hürmet ediyor.  

Simurg’un sırtında dolanırken Kaf Dağı’yla Tuna arasında, Mecnûn’u görüyorum.  

Yanına sokulduğumda “Bu ateş sende de varsa anlaşırız, boşuna gelme.” diyor.  

Ben de “Şu üzerimdeki alevden gömleği görmüyor musun?” deyip elimi göğsüme götürüyorum. “Leylâ’dır beni vâr eden, Leylâ’dır beni yakıp kavuran, çöllere vuran!” diye diye dönüyor etrafımda. Benim “Hangi Leylâ?” sorularım araya esinti oluyor. Acaba ben de bir Leylâ bulsam söner mi bu ateş, çöllerde mi dolaşmam gerek beni yakıp kavuranın ne olduğunu bulmam için?  

Bir taraftan da tutamıyorum zihnimi. Bir kadınla ne işi var bu ıssız yerlerde, hangi ilin güzeli bu Leylâ...  

Kumlara bata çıka, tepeler aşa, az gide uz gide bir dergâha varıyorum. Sırtında odunlarla dağdan inen bir divane. İçeri girdiğimde meclis kurulmuş ilahiler, deyişler düzülmekte, bir adam Yunus diye sesleniyor. Yunus, odunlarla gelen divaneymiş meğer. Devamında “Hadi sen söyle artık, Hacı Bektaş'ın sözü yerine geldi.” diyor ve divanenin ağzından şiirler dökülüyor.  

Bir kenarda hayretler içinde izlerken usulca kalkıp yanaşıyorum. “Nedir bunları sana söyleten, kimdir Çalap dediğin, yerle gök arasındakiler seni nereden tanır?”  

Bir yandan da kızarım kendime, onca mahlûkat bilirken ben niye yeni görüyorum bu divaneyi, o sırtındaki odunlar harlar gömleğimi. Erenlerin ağzından çıkan her “hu” sesi tüylerimi diken diken ediyor, bir titreme geliyor bedenime, sanki nefesim boğazımdan geçmiyor.  

Tayyi mekân tayyi zamân dedikleri bu ya İran şahının sarayında dinlenip, Horasan'a varıyorum. Bir kadıyla yolum kesişiyor. Yüzümü inceleyip, gömleğimi çekiştirerek “Nedir bu üzerindeki melamet?” diye hiddetle çıkışıyor. Melamet diyip düşünüyorum kendimce; kime rezil olmuşum, kime ayıplanmışım...? Yaklaşıp elimi tutuyor, gözlerimi kapatıyor.  

Zihnimin duvarlarına vuran darbelerle açtım gözümü. Şiddetli bir ağrı, etrafta insanların koşuşturmacaları. Merakıma kapılıp düştüm peşlerine, kolları ve gözleri bağlı bir adam şöyle bağırmakta:  

Kaç gönül eğilir de aşk için secde eder  

Sema edip yükselir ruhu “En-el Hâk” diye  

Kaç kişi bu eyleme şirk demez de ya HAY der  

Etraftakilerin “aman Allahım” diyen hayretleri karışıyor araya, herkes “En-el Hâk” diyen bu “kâfire” hayretler ve nefretler kusuyor.  

Derken bu gözleri bağlı adam “Ey ateşten gömlekle gezen, onu buraya getirin.” dediği anda buz kesiliyor bedenim. Hayret ve korkuyla atıyorum adımlarımı ona doğru.  

“En-el Hâk” diye çırpınıyor ayakucumda. Eteklerime yüz sürüyor, gözyaşları alevime hâr oluyor. Dayanamayıp çömeliyorum yanına, gözlerinin ta içine bakıyorum. Ben ne meczûbum ne kâfir, ben kurtta kuşta Allah’ı arayan bir garip Mansur’um. Öyle çok derine indi ki bu arayışım, bu kâinatı kendimde buldum, benim hatırıma yaratılmış bu evren, ben Allah’ın nazargâhıymışım. Sen de öylesin ey melamet gömleğini giymiş garip... Bu gömleği nasıl, neden giydiğimi düşünürken zihnimi okurcasına cevabını da veriyor gözlerinden. Bu gördüğün kullar taklitten ibarettir, sense çevirdiğin her sayfadan bir cevap ararsın, tahkiki bir arayış vardır. Bu gömlek Mecnun’da da, Yunus'ta da vardır. Zannederler ki bu can bedenden çıkınca kaybolacak bu serzeniş, “En-el Hâk” sensin ey yolcu, “En-el Hâk” sensin.  

Dedikten sonra bir daha hiç konuşmamak üzere kapanıyor gözleri.  

İnsanlar dağıldıktan sonra bir süre bedenle baş başa kalıyorum. “En-el Hâk” benmişim meğer, bu gömleği çıkarmak için değil sıkı sıkıya bürünmek için çıkmışım yola. Mecnûn’un Leylâ dediği de o imiş, Yunus’un Çalap dediği de. Leylâ olmasa Mecnûn neye yararmış.  

Mansur’un gömleğini çıkarıp geçiriyorum üstüme, artık çabam çıkarmak değil, çıkarmamak oluyor. İçimde kaynayan volkan daha da harlanıyor. Simurg kanatlarını hiddetle vura vura geliyor yanıma, Yunus sırtındaki odunları atıyor önüme, Mecnûn çöl kumlarını serpiyor başımdan, Horasan erleri bir bir diziliyor etrafımda, benim elimi semaya daldırmamla bir oluyor arzla gök “En-el Hâk” çığlığımla cem ediyor etrafımda bütün mahlûkat...  

Raftan yuvarlanan kitabın gürültüsüyle açıyorum gözümü, yastığım sırılsıklam, doğrulup oturuyorum yatakta, bedenimde muazzam bir hafiflik, aldığım nefesi her zerremle hissediyorum, ateşim de düşmüş. Kitabı alıyorum yerden, yüzümde ufak bir tebessüm.  

Kapağını okşayarak “En-el Hâk” diyorum, “En-el Hâk”