İmge ve Sunum: Algılama ve Gerçeklik Arasındaki Bağ

İmge ve sunum, bireylerin gerçekliği algılama ve aktarma biçimlerini şekillendiren iki temel kavramdır.

Sanat, edebiyat ve iletişim alanlarında sıkça karşımıza çıkan iki temel kavram olan imge ve sunum, gerçekliğin algılanış ve aktarılış biçimini belirler. İmge, yazar veya sanatçı tarafından yaratılan, algılanmış gerçekliği ifade eden bir temsil biçimidir. Sunum ise bu imgelerin bireylere aktarılma yöntemidir. Bireylerin gerçekliği algılama biçimi, toplumsal ve bireysel unsurların etkisi altında şekillenir.

İmge, bireylerin algılarına dayanarak oluşturdukları zihinsel temsillerdir. Fransız yazar Gustave Flaubert’in Madame Bovary eserinde yarattığı Emma Bovary karakteri, bu duruma örnek olarak verilebilir. Yazar, karakter aracılığıyla 19. yüzyıl Fransız toplumunun sosyal yapısını ve ahlak anlayışını okuyucuya sunar. Flaubert'in bu sunumu, kendi algısına dayanan bir çizimdir ve okuyucuların farklı yorumlamalar yapabilmesine olanak tanır.

Kemal Atakay, imgelerin varlıkların toplumsal ve algısal farklılıklarına dayandığını ifade eder. İmgeler, yazarın kendi algıladığı öznel gerçeği sunmak için kullandığı bir kodlama sistemidir. Dolayısıyla her birey aynı nesne veya olguya farklı bir anlam yükleyebilir. Bu farklı anlamlar, bireyin geçmiş deneyimleri, toplumsal kodlar ve kişisel değer yargıları ile şekillenir.

Madam Bovary (1991)

Sunum, öznel imgelerin izleyici ya da okuyucuya aktarılma sürecidir. Edebi eserlerde, tiyatroda, sinemada ve hatta günlük yaşamda kullanılan sunum biçimleri, imgelerin alımlanma şeklini belirler. Örneğin, Kırmızı Başlıklı Kız masalında baş kahraman, pasif bir şekilde anlatılırken, kurt karakteri masalın ana fikrini belirleyen figür olur.

Sunum nesnel ve öznel olarak ikiye ayrılır. Nesnel sunum, gerçekliği mümkün olduğu kadar tarafsız bir şekilde yansıtmayı amaçlarken, öznel sunum ise sunumu yapan kişinin duygu ve düşüncelerini aktararak sunumu şekillendirmesidir. Bu ayrım, sunulan öğelerin alımlanmasında kritik bir rol oynar. Örneğin, bir belgesel filmde gerçek olaylar sunuluyor olsa da, belgeselin yapımındaki anlatım tarzı ve montaj teknikleri, izleyicinin olayları algılama biçimini etkiler.

Gerçek ile hayal arasındaki en büyük fark, algılanabilir olma özelliğidir. Gerçeklik, duyular aracılığıyla doğrulanabilirken, hayal imgeler ve simgeler aracılığıyla sunulur. Bir yerin salt gerçekliği ile anlatılması, sadece bazı kişilerin ilgisini çekerken, hayal ile süslenmiş anlatılar daha geniş kitlelere ulaşabilir. Bunun nedeni, hayalin kişiselleştirilebilir ve duygusal olarak bağlanabilir olmasıdır.

Bir olgu veya nesnenin bilinebilmesi, sunan ile algılayan arasındaki öznellikle doğrudan ilgilidir. Sunum yapan ve algılayan kişiler benzer öznel bakış açılarına sahipse, gerçekliğin algılanmasında büyük bir farklılık olmaz. Ancak farklı toplumsal ve bireysel deneyimlere sahip kişiler aynı sunumu farklı şekillerde yorumlayabilir.