Kadınca-Les mandarins
Simone de Beauvoir ve kadınları
"Bu kitabın olduğu gibi alınmasını isterdim; ne bir otobiyografi ne de bir rapor: bir çağrışım"
- Simone de Beauvoir
1954 Goncourt Ödülü alan bu kitabın genel çerçevesi, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bir grup Fransız entelektüelin hayatını anlatmaktadır. Nazi Almanyasının üsresinden gelen kurtarıcılar, yağmacılara dönüşür ve bir ganimet ararlar: Avrupa. Süper güçler kendi boğazlarını dayatmaya çalışırken, Fransa kendini Soğuk Savaş öncesi kargaşanın merkezinde bulur. Komünist Partiye koşulsuz katılmak mı yoksa davaya zarar vermek anlamına gelse bile kritik bir mesafeyi korumak mı? Hikaye birkaç yıl içinde ortaya çıkıyor ve militanlar faaliyetlerinin temelini sorgulamaya bile başlıyorlar. Fransız entelektüeli ve dahası dünyadaki herhangi bir entelektüel, günümüz dünyası üzerinde herhangi bir etkisi olabilir mi? Çağdaş dünyada yazmak sadece eğlence ve boşuna mı? Bu sorular ekseninde ana hikaye devam ederken benim eksenim bir kadın olarak daha ayrıntısına daha ilişkiler etrafında dönmeye de başladı.
Sevmeyi bildiğim zamanlar sonrasında okuduğumu söyleyebilirim bu kitabı. Okurken her kadın karakterde kendimin bir parçasını muhakkak buldum. Tabii kendimi kaybettiğim yerleri de oldu. Varoluşunu, erkekler dünyasında varlığını ispatlayan/ispatlamaya çalışan/ispatlayamayan/ispat etme derdi olmayan kadınların hikayesi vardı. Ayrıca Ann karakteri yerinde olmak istediğim bir karakterdi. Önce anneliğini, sonrasında eş olmasını ardından bir aşık olarak kendi benliğini arayan soran cümlelerle beni kendisine epey yakın hissettirdi.
Üzerine konuşmak istediğim diğer bir konu ise, kitapta bulunan tüm kadınların kendilerini erkeklerine karşı kırılgan davranışlarının ardından "Beni sevmiyorsun" ile başlayan "Beni neden sevesin ki, benim sevilecek neyim var" ile devam eden bir süreç. İnandırılmaya çalışılmanın isteği, kendini değersiz görme, kompleksler...
"Ellerini tuttum ve sevmeye başlayan bütün kadınların söylediği sözleri fısıldadım:
Çok güzel ellerin var, Lewis."