ÇOCUKLUĞUN SOĞUK GECELERİ ROMANI ÜZERİNDEN TEZER ÖZLÜ'YE BAKIŞ

Yazdığı Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı ilk romanında Tezer, hayatındaki insanların adını değiştirerek kendi hayatını anlatmıştır.

“Ölü gövdemin güzel görünmesi için hazırlık yapıyorum… Öç almak istediğim insanlar… karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar… bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun… Gitmek, gitmek, gitmek… isterim hep.”

Yaşarken hayatın sınırlarını sürekli sorgulayan, yaşama amacını bulmak için uzun yolculuklara gözünü kapatarak çıkan ve ölmesine izin vermedikleri için normal insanlar gibi ölümü bekleyen, ancak en sonunda ölümü yaşama tercih eden Tezer Özlü’nün sessiz haykırışlarıdır bu sözler.

70li yılların sonunda yazdığı Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı ilk romanında Tezer, hayatındaki insanların adını değiştirerek kendi hayatını anlatmıştır. Romanında kendi hayatını anlattığını kız kardeşi Sezer Duru’nun, Tezer Özlü’ye Armağan adlı kitabında şu sözlerinden anlıyoruz: “İlkokuldan sonra ben, ardımdan da Tezer Avusturya Kız Lisesi St. Georg’a gönderildik. Tezer’in bu okulda en yakın arkadaşı Gönenç Ertem oldu. Bir gün hepimize yeni adlar taktım. Sünk, Tünk, Günk, Bunni gibi. Bu adlar tuttu. Daha sonra benimki Sünk, Tezer’inki Tüm, Gönenç’inki Günk olarak kaldı. Tezer’in kitaplarında bu adlarla anılırız.” Tezer Özlü, 1942 Eylül doğumlu 3 çocuklu bir ailenin en küçük kızıydı. Evde askeri düzen sağlamaya çalışan bir baba, hayatının hep arka planında kalmış, ancak yalnız ve soğuk gecelerde sokulduğu bir anne, küçük yaşta cinsel deneyimlerini paylaştığı bir abla ve sayesinde bol kitap okuma fırsatını yakaladığı bir ağabeyi vardı. Özlü, zor bir çocukluk dönemi geçirmişti ve çocukluğun getirdiği sınırları hiç sevmemişti. O yılları ardında bıraksa da anlıyoruz ki aslında çocukluğuna hala özlem duyar ve daha canlı bir şekilde yaşamak isterdi.

“O yıllar öldü. O yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar.”

Özlü, çocukluğunda yaşadığı cinsel bunalımları, ev ve okul yaşantısını, aşklarını, terk edişlerini, evliliklerini, boşanmalarını, klinikteki günlerini ve iyileşme sürecini, yolculuklarını, yaşama dair umutlarını ve kardeşlerini yansıtıyordu romanında. Önce kardeşi Süm, sonra kendisi taşradan İstanbul’a gelir. Süm’ün kent yaşamına hemen ayak uydurduğunu görür, ancak kendisi kent yaşamını istemez, alışamaz. Alışamadığını: “Süm, kent yaşamına alışmış. Koşulları hızlı bir gerçeklikle benimsiyor, oysa ben henüz taşra bahçelerinin erik ağaçları altındaki durgunluktayım” sözlerinden anlarız. Anne babasının arasındaki sevgisizliğin de farkındadır Tezer: “Bütün küçük burjuvalar gibi sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki.”

Dünyayı, düzeni ve insanları sürekli sorgulamış, kendi doğrularını oluşturmuş, ancak insanların kendi doğrularına uygun olmadığını gördükçe kendini yalnızlığa ve hüsrana itmiştir Özlü. Toplum baskısından sıyrılmak ve tabuları yıkmak istemiştir hep, ancak gördüğüm o ki Tezer Özlü, iç dünyasında yaşadığı bu bunalımlarla baş edememiş ve romanında ölüm düşüncesini bir süre takip ettirmiştir.

“Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeyi denemeye iten bir kaygı. … Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. … Öç almak istediğim insanlar… karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar … bir haykırış ! küçük dünyanız sizin olsun.”

İlk intihar girişiminden sonra kliniğe yatırırlar yazarı. Kurtarılmıştır, ancak kurtarılmayı hiç istememiştir. Ölüm düşüncesinden bir süre kurtulur ve çoğunluk gibi doğal ölümü beklemeye karar verir.


Tezer Özlü, yaşadığı koşulları derinden hisseden bir kadındır. Türkiye’nin 60lı yıllardaki siyasal çalkantıları ve içine kapanıklığını kaldıramaz. Yapılan haksızlıklara kendini yıpratırcasına üzülür. Sağlığının bozulmasının asıl sebeplerinden biri de budur. Tedavi gördüğü hastanede karşılaştığı haksızlıklardan bahseder kitapta. Bu klinikten kurtuluşunu şu şekilde ifade edecektir: “Bu kapıların ardına bir kez daha dönmeyeceğimi biliyorum. Böylesi bir sefaleti hiçbir zaman yaşamayacağım. Direnmeliyim. Beni iyileştiren ne şok. Ne de ilaçlar. Beni iyileştiren, bu kliniklere bir kez daha kilitlenme olasılığının verdiği büyük ve derin korku.”

Küçük bir gecekondu mahallesinden çıkıp burjuva sokaklarında yabancı bir okula gider Özlü. Hayatı sorgulamaya küçük yaşta başlayan yazar, eğitim sistemini de sorgulayacaktır tabii ki. Yazar, dünyanın yaşatılandan, öğretilenden daha başka olduğunu sezer sürekli. Okuduğu romanlar ve Türkiye’nin içe kapanık bir dönem geçiriyor olması Tezer’in Batı’yı görme isteğini kamçılıyordu. Sonunda okul aracılığıyla Avusturya’ya gider ve Avrupa’yı keşfetmeye başlar.

Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken, oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Bizler hep, her an belirtilen bir öğretiye hazırlanıyoruz. Neye? Tezer Özlü’nün çok iyi dostları olmasına rağmen (bunlardan biri de Hayalet Oğuz lakaplı Oğuz Haluk Alplaçin’dir.) aslında çok yalnız biridir. Bir erkekle evlenme fikri Tezer’e çok cazip gelir. Öğrendiklerini unutacak, okula geri dönmeyecek, istediğini okuyacak, istediği zaman eve girip çıkabilecekti. Kocası onu sevecekti. En önemlisi yalnız geceleri ve çocukluğun soğuk geceleri bitecekti. Özlü gibi toplumun tabularına karşı çıkan birinin evliliğe ve birine bağlılığa da karşı çıkması gerekir, ancak evlilik Tezer için bir kaçıştır. Aşık olmayı severdi. Aşklarının peşinden gitti hep. Aşık olmak, sevişmek, aşk bittiyse ayrılmak onun için normal kavramlardı. Herkesin herkessiz yaşayabileceğini düşünüyordu. Freud, aşkın ne denli manevi değerlerle örtülmek istense de cinsel birleşme isteği olduğunu söylemişti. Tezer Özlü de isteklerine hiçbir kılıf aramadan sevginin, aşkın açıklamasını getiriyor. İnsanların arasına kendini zorla sürüklüyormuş gibi görünse de aslında Tezer Özlü yalnız kalmayı hiç istemedi. Kendini insanların arasına sürükledi. İnsanlarda aradığını bulamayınca iç dünyasında büyük bir yalnızlığa itti kendini. Bir şeylere sarılması gerekiyordu. Annesine sarıldı, sonra babasına, sonra aşka sarıldı. Aradığını bulamadı. Kitaplara sarıldı, sonra kalemine, sözcüklere. Yazdı, yazdı, yazdı. Hep yazmak istiyordu, ama bir gün, dünyayı kendisinin yönettiğini düşündüğü bir gün, kendini İstanbul’un ortasındaki sinir hastanesinin sevimsiz odasında bulacaktı. Büyük coşkuları, duyarlılığı, düşüncelerinin sınır tanımaz özgürlüğü, korkusuzluğu 5 yıl süreyle elinden alınacaktı. Klinikte verilen elektroşokların üzerinde nasıl bir etki yarattığını anlatmak için Guguk Kuşu filmine değinir yazar. İnsanların, elektroşok veriliş sahnelerinde nasıl duyarsız kalabildiklerine hayret ediyor ve seyirciler arasında kendisinden başka elektroşok yiyen olmadığını düşünerek yine kendini o derin, karanlık yalnızlığın ortasında bulur. Kendini anlatmayı seçmez Tezer Özlü, çünkü etrafı onu anlamayan insanlarla doludur. Trajik olaylara yüzeysel bakamayacak kadar hassas biridir o, ancak insanlar Guguk Kuşu filmini vitrinlere bakar gibi seyredecek kadar duyarsızdır onun gözünde. Manik-depresif tanısı konulan Tezer Özlü’nün, çevresindeki insanlardan bir darbe yediğinde, ona yapılan haksızlıklara dayanacak gücü kalmadığında, toplumun büyük olaylara gebe olduğu, insanların öldürüldüğü, işkence gördüğü zamanlarda depreştiğini kızkardeşi Sezer Duru’dan öğreniyoruz (Tezer Özlü’ye Armağan). Tezer Özlü elektroşok verildiğinde “Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün!” diye bağırır. Kendisiyle büyümüş ve varlığıyla özleşmiş devrimci mücadelenin, her ne kadar siyasi bir tarafa kendini dahil etmese de, başarıya ulaşmasını istemek bilinçaltına yerleşmiş bir durumdur ve bilinçaltındaki saklı gerçekler elektroşok sırasında ortaya çıkar. 60 sayfalık bir kitap. Derinlere inildiğinde içinden çıkılamayan cümleler. Tezer Özlü bir okyanus ve o okyanusa daldıkça, daha derinlere inesi geliyor insanın. Hasta etiketi yapıştırılarak umarsızca elektroşok verilen bu kadının hayatını, düşüncelerini ve yaşama bakış açısını derinlemesine incelediğimizde insanlar arasında kendine yer bulamayan, hayatı çok uç noktalarda yaşıyor görünmesine rağmen aslında son derece alçakgönüllü ve kendi halinde bir Tezer Özlü görüyoruz. Kız kardeşi Sezer Duru’ya göre Tezer, hayatı alaya alan, kıskançlık, kin gibi duyguları hiç beslememiş, tatlı dedikoduyu seven biriydi (Tezer Özlü’ye Armağan). Yaşamı ve insanları alaya aldığını söylüyor Duru. Tezer Özlü’nün hayatını ve Duru’nun sözlerini karşılaştırdığımda şu soruyu sormaktan kendimi alıkoyamadım: Acaba Tezer, ölümü değil de yaşamı tercih etseydi, yüzünde kırışıklıklar oluşurken alaya aldığı dünyayı, insanları ve kendi derin iç dünyasını sözcüklere dökerek bize hayatı sorgulamayı öğretmeye devam etseydi nasıl olurdu?