Kimse mutsuz değildir; sadece bazıları çocukluğunu kaybetmiştir
Bırakın artık kadın bedeni üzerinden küfürler etmeyi. Çocuklarınıza iyi birer insan olabilmeyi, insan gibi sevebilmeyi öğretin.
“Kimse mutsuz değildir; sadece bazıları çocukluğunu kaybetmiştir,” diyor William James. Ne de çok şey söylüyor tek bir cümleyle. Herkesin gülmek için bir sebebi var aslında; kimi bir sonraki doğum gününü planlarken, kimiyse o gün karnı tok yattığından. Kimi aşkı yaşarken; kimiyse kariyer peşinde koşarken. Bazılarının çok daha gürdür kahkaları, yankılanır kulaklarda; bazılarıysa sessiz güler, yaşadıklarının ağırlığıyla.
Herkesin gülmek için bir sebebi var da; sormadan edemiyor insan kendine ‘’Bunca asık yüz neden?’’ diye. Geçmişe dönüp bakmak en büyük yanıt belki de. Dizleri kanaması gerekirken; yüreği kanayan çocuklara mesela.
Bu yazıya başladığım zaman, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir programa çıkan çocukluğunda istismara uğramış bir kadının sözleri çınladı kulaklarımda “Bir gecede kadın oldum, bir gecede gelin oldum, bir gecede anne oldum; çocuk zaten hiç olmadım”. Henüz 13 yaşında para karşılığında Ankara’dan Hollanda’ya dini nikah ile evlenerek gelin(!) gidiyor; çocukluğu, hayalleri ve kahkahaları elinden alınarak. “Ben çocuktum ama onlar benden gelin olmamı bekliyorlardı. Her gün pencerede aynı saatte okuldan gelen çocukları seyrederdim,” diyor sonrasındaysa. Henüz kendisi çocukken başka bir çocuğa hamile kalan; dil bilmeden, kimseyi tanımadan bambaşka bir ülkede yalnız başına olan 13 yaşında bir çocuğun hikayesi bu. Ancak bir şeyler yanlış, bir şeyler çok yanlış. Tıpkı pes etmeden, inatla taşı delip baş gösteren bir çiçek gibi “Ben hayatım boyunca hiç savaşmadım, kazançlarım hep direnişlerime bağlı,” diyor sonrasında. Öyle ya nasıl savaşabilirsin ki akranlarının ip atladığı dönemde beline bağlanan kuşağın anlamını dahi bilmezken. Kimle savaşabilirsin ki sahip olduğun tek şey 13 yaşındaki o küçücük bedeninken.
Yine aynı programda çocukken aile içi cinayete annesini kurban vermiş bir başka kadın “Biz annemle ayrılmadık, ayrı kaldık” diyor. Annesinin cansız bedenini görmek için gittiğindeyse “Her gün koklayarak öptüğüm annemi bu kez izin alarak öpmek zorundaydım,” diyor. Annesini öldüren babası hakkında düşüncelerini “Havada asılı kalmış yağmur damlası olur ya; ne olduğu yere ait, ne de akıyor” şeklinde ifade ediyor. Bu noktada aklıma hepimizin bildiği Emine Bulut cinayeti geldi. 10 yaşındaki kızının önünde boğazı kesilerek, ölmek istemiyorum diye bağırarak hayatını kaybeden, katledilen bir kadın! Peki ya çocuk? Eskisi gibi gülebiliyor mudur mesela?
Aynı programın başka bir bölümündeyse çocuk yaşta aile içi cinsel istismara uğramış bir kadın anlatıyor yaşadıklarını. Öylesine çocuk ki, “Ne yaptığını bilmiyordum, oyun desen oyun değil; canımı yakıyordu,” diyerek amcasının tecavüzünün hemen ardından ne olduğunu anlayamadan elbisesi kirlendi diye yıkamaya çalışan. Öyle çocuk ki henüz koruyamadığı o küçük bedenini değil, yeni alınan elbisesini düşünen. Sonrasındaysa kendi öz abilerinin tehditlerine ve tecavüzlerine uğruyor. O günleri anlatırken "Kendimi korumak için sürekli yemek yedim, yemek yiyip güçleniyim diye," diyor. Ne yazık ki durumu annesine anlatınca da elalem ne der diye susturuluyor, belki de işte sözün bittiği yerdeyiz yine.
Oynardım kendi kendime sürekli evcilik oynardım diyen, tecavüzün ruhunda bıraktığı lekeyi temizlemek için uzun yıllar vücudunu bulaşık teliyle yıkayan; annesiyle beraber kendi cenaze namazını da kıldığını söyleyen kadınların hikayeleri bunlar. Tüm bu kadınların sesinde ne var biliyor musunuz? Koca bir düğüm; kimsenin açmaya gücünün yetemeyeceği, sımsıkı bağlanmış koca bir kördüğüm. Şimdi başa dönelim ve soralım kendimize bu kadınların kahkahalarının yeri göğü delmesi mümkün mü diye. İçlerinde hala solmamış bir yan, yitmemiş bir çocuk olma ihtimali var mı diye.
Peki biz ne mi yaptık? “Halime’yi samanlıkta bastılar, şalvarını gül dalına astılar” türküsünde kahkahalarla halay çekmedik mi biz? “Aman neresinden, tuttum karının memesinden” diyen İbrahim Tatlıses’i alkışlamadık mı? Türk filmlerindeki tecavüz sahnelerini fantezi diye heyecanla izlettirmediler mi bize? Öyle kalıplar koyuldu ki günlük hayata… Mini etek giymiş dediler, tecavüze gerekçeymişcesine! Pipini göster amcalara oğlum dediler, çok matah bir şeymişcesine! Namus için öldür dediler erkeğe; namusumuza leke getirme dediler kadına. Kimi namus davasına öldürüldü, kimi töre cinayetine. Kimi tecavüz edildi, kimi sokak ortasında yakıldı. Katilleri ve tecavüzcüleriyse serbest kaldı bir canı almamış, bir ruhu yaralamamış ve diğer canları da beraberinde yakmamışcasına. Ne de olsa kravat taktı, “Pişmanım” dedi, namus için yaptı!..
Küfürler kadın bedeni üzerinden edildi mesela hep. Senin ananı diye başlayan sözler döküldü dudaklardan başka bir ananın evladı değilmişcesine. Çok geç belki de evet ama zamanıdır artık, bırakın “Kızını dövmeyen, dizini döver”, “Kızın var sızın var”, “Oğlansız evde duman tüter mi?” demeyi. Bırakın artık şarkılarla, türkülerle kadın tecavüzlerini, şiddetini meşrulaştırmayı. Bırakın artık kadın bedeni üzerinden küfürler etmeyi. Çocuklarınıza iyi birer insan olmayı, insan gibi sevebilmeyi öğretin.
Kimsenin çocukluğunu kaybetmemesi, gözündeki ışığın sönmemesi dileğiyle, bir sonraki yazı da görüşmek üzere.