Kısa Lafın Uzunu- Kısa Çizgide Koca Bir Hayat
Yolculuk konusuna birkaç güzel yapıt ile değinelim!
Bir kapı açıldı, bir karar aldın, yeni bir şehre taşındın, uyandın ya da biriyle tanıştın. Adımını attığın anda bir şeyler değişti, isteyerek ya da istemeyerek bir şekilde ilerledin. Başladığın yerden uzaklaştın. Ne kadar az değişmiş olsan da başladığın yerde değilsin artık. Yolculuk da bir nevi bu değil midir? Bir noktadan harekete başlarsın ve durduğunda başladığın noktada değilsindir ya da başladığın noktaya tekrar vardığında belli bir süre geçmiştir.
Somut olarak baktığımızda yolculuğu A noktasından B noktasına hareket olarak görebiliriz. Hayatımızda küçük ya da büyük birçok yolculuk yaparız. Sabah kalkıp işe gideriz, akşam arkadaşlarımızın yanına gideriz. Bu yolculukların sürecinden ziyade sonunda vardığımız yer önemlidir. “Drive My Car” filminde ise bu beklediğimiz gibi olmamıştır. Eşini iki sene önce kaybeden oyuncu ve tiyatro yönetmeni Yūsuke Kafuku, Hiroşima’ya bir oyununu sergilemek için davet edilir. Yapımcı şirketi önceki oyun yönetmeni ile yaşadıkları bir problemi tekrarlamamak adına kendisine bir şoför ayarlar. Yūsuke Kafuku’nun şoförü Misaki Watari sessiz biri olmasıyla beraber Yūsuke Kafuku gibi geçmişinden onu takip eden, bırakamadığı şeyleri olan biridir. Arabada baş başa ya da başka insanlarla bulundukları süre içerisinde hayatları ile ilgili birçok sır dökülür ve birçok sorun gün yüzüne çıkar. Aslında karakterlerin yolculukları yalnızca fiziksel değildir. Yūsuke Kafuku bir yas sürecindedir. Eşini kaybetmiştir ve vicdan azabı, özlem ve çaresizlik duygularını aynı anda hissetmektedir. Eşinin onu aldattığını bilmesine rağmen onu kaybetmekten korktuğu için bir şey yapmaz. Eşinin öldüğü gün eşi bir şey konuşmak istediğini söylediği için eve geç gelmiş, beyin kanaması geçiren eşini geldiğinde ölü bulmuştur. Aynı şekilde Misaki Watari ise çöken evlerinin içinde senelerce ona çok kötü davranan annesinin de olduğunu bilmesine rağmen onu kurtarmak için herhangi bir adım atmamıştır. İki karakter de yakınlarının ölümü için kendini suçlarlar ve seyirci olarak biz bu karakterlerin bastırdıkları duygularını kabullenme süreçlerini, yavaş yavaş etrafında olan bitenleri fark etmelerini izleriz. Aslında karakterler duygusal bir yolculuk içerisinde de bulunurlar. Yolculuk sadece somut olarak tanımlanan bir kavram olmamalıdır. Aslında hayatımız somut olmayan yolculuklarla doludur. Arkadaşlıklar, ilişkiler, büyütülen bir çocuk, çekilen bir acı, emek verdiğimiz mesleğimiz, ilgi gösterdiğimiz bir hobimiz… Hepsinde bir noktadan başlarız ve bitiş noktasına ulaştığımızda başladığımızdan farklı bir yerdeyizdir. Drive My Car örneğinde olduğu gibi yas süreci de bir yolculuktur. Yas sürecinde bulunan birinin çektiği acı, bu durumla baş etme ve atlama öyküsü kişinin kişisel bir yolculuğudur.
Yol üzerinde umutsuzluk durağına uğrayabilir, çaresiz hissedebiliriz. Bu yolculuğu nasıl geçireceğimiz kaybedilen kişinin kim olduğuna, o kişi ile ilişkimizin niteliğine, kişinin nasıl öldüğüne, kültürümüzdeki yas tutma biçimine, içinde bulunduğumuz sosyoekonomik duruma ve kendi travmatik geçmiş yaşantılarımıza göre değişir (Zara, 2011). Buna verebileceğimiz en güzel örneklerden bir başkası ise Üç Renk serisinin ilk filmi olan Mavi filminin baş karakteri Julie’nin yolculuğudur. Üç Renk serisi Fransız yönetmen Krzysztof Kieślowski’nin serisidir ve her film rengini Fransa bayrağından alır. Fransa bayrağındaki mavi rengi özgürlüğü temsil eder (Toker, 2020). Julie ise eşini ve kızını trafik kazasında kaybetmiştir ve acısından kurtulmak bir nevi “özgürleşmek” için yeni bir hayata başlar. Filmin sonunda bunu ne kadar başarabildiği tartışılabilecek olsa da biz filmin başından sonuna kadar bu acı içerisindeki yolculuğunu izleriz. Her ne kadar hayatını tekrardan kurmaya, rotasını iyi bir geleceğe doğru belirlemeye çalışsa da eşini ve kızını hatırlatan her şey onu üzer ve o geleceğe varmayı zorlaştırır. Ancak bu durumda da gördüğümüz gibi yolculuk sonunda bir yere varacak olsak da o yolu yürümeliyiz, ne kadar acı olsa da. Çünkü acının bitmesi için yaşanması gerekir ama bu zordur.
Bir noktada insanlık olarak problemimiz bu olabilir; başladığımız noktayı ve bitirdiğimiz noktayı çok önemsesek de yolculuğumuz, bu süreçte yaşadıklarımız da bir o kadar önemlidir. En basitinden, hayatımız da kocaman bir yolculuk değil mi? Bu durum aslında bir yılbaşı komedisi olan Cennette Tuzak adlı filmde mezar başında yapılan bir konuşma sırasında söylenen “Koca bir hayat o kısa çizgide değil mi?” adlı repliği hatırlatıyor bana. Doğuyoruz, büyüyoruz, öğreniyoruz, büyük değişimler geçirip bambaşka biri olarak noktalıyoruz bu hayatı. Bunların hepsini mezar taşında o kısa çizgi ile tanımlasak da aynı muameleyi gerçek hayatta da yapmak aldığımız onca yola, onca değişime haksızlık. Oysaki ne kadar yol alıyoruz. Bütün dünyayı çözdüğümüzü sandığımız 16-17 yaşımızdan, hiçbir şeyi çözemediğimizi fark ettiğimiz yirmilerimize geliyoruz. Hayatımızı yavaş yavaş oturtmaya çalıştığımız otuzlarımızdan geçip daha durgun olan kırklarımıza varıyoruz. Vardığımız her nokta oraya gelene kadarki yolculuğumuzdan etkileniyor. Çünkü yalnızca duygusal olarak değil karakteristik olarak da bir yolculuğa çıkıyoruz.
Bu duruma en güzel örneklerden biri Little Miss Sunshine filmindeki baba karakteri olabilir. Olive adında küçük bir kız Little Miss Sunshine Güzellik Yarışmasına gitmek istemektedir. Bunun üzerine annesi, babası, abisi, dayısı ve dedesiyle birlikte yola çıkarlar. Yol üzerinde birçok aksilikle karşılaşırlar. Filmin başında mükemmeliyetçi karakteriyle öne çıkan baba, alacağına çok güvendiği bir işi alamaz ve partneri pes etmesi gerektiğini söyler. Oysaki filmin başında babası pes etmenin, başaramamanın “eziklik” olduğunu öne sürmüştür. Elinden bir şey gelmeyen bu durumun içinde kalması, finansal olarak çok zor duruma düşmesi yetmezmiş gibi yolculuk sırasında dede ölür. Babasını kaybetmenin de darbesi kendisine ağır gelse de babasının en çok istediği şeylerden biri torununun o yarışmaya katılmasıdır. Çünkü gösterisine Olive’i dedesi çalıştırmıştır. Ancak cenaze işleri yarışmayı kazanmalarını engelleyecektir. Bu yüzden çözüm olarak çok ekstrem bir yola başvurarak babasının naaşını hastaneden kaçırır. Kızını o yarışmaya yetiştirir. Ancak güzellik yarışmasının olduğu yere vardığında o ortamın kızına verebileceği zararı fark eder. Kızını bu yarışmaya sokmak istemez. Hatta kızının beğenilmeyen performansını sergilemesini engellemelerini engellemek için sahneye çıkar ve kızının kendisini iyi hissetmesi için kızı ile dans eder.
Filmin başında yalnızca kazanmayı önemseyen babanın filmin sonunda kızının kazanıp kazanmayacağını önemsemeden sadece onun iyiliği için yarışmadan çekmek istemesi, sırf onun özgüvenini korumak için kendini komik bir durma sokabilmiştir. İçinde bulunduğu yolculukta karşılaştıkları onu karakteristik bir değişime, bir yolculuğa itmiştir. Gözlerimizi açtığımız ilk günden itibaren bir yolculuk içerisindeyiz. Hiçbirimiz doğduğumuz özelliklerimizle birebir aynın kalmadık. Çünkü bu yolu yürürken karşılaştığımız insanlar, yaşadığımız olaylar bizi değiştirdi. Mizaç gibi birçok bilim insanı tarafından kalıtsal olduğu kabul edilen özelliklerimiz bile çevreden etkilenerek bir dereceye kadar olsa da değişim gösterebilmektedir (Sayın ve Aslan, 2005). Karakteri ise bu yol boyunca öğrendiğimiz şeyler oluşturur (Gündoğdu, 2016). Bu iki unsur anlamlı bir şekilde bir araya geldiğinde ise kişiliğimizin temeli oluşur (Turan,2009). Yürüdüğümüz bu yolda yolun bakmayı tercih ettiğimiz tarafı, koluna girip yürüdüğümüz insanlar, belirlediğimiz kilometre taşları bu unsurları oluşturmamıza etki etti.
İnsanlık olarak, yolumuz hem çok kısa hem de bir o kadar da uzun. Kazandığımız tecrübeler ve hikayelerimiz mezar taşımızdaki iki tarihin arasındaki kısa çizgiye sığamayacak kadar büyük ve önemli. Önemli olan yolun, kısa çizginin tadını çıkarmak. Yola yalnızca bir yere varmak amacıyla değil o yolda yaşayacaklarımızı da hesaba katarak çıkmak gerek. Çünkü geleceğe illaki varacağız. Önemli olan o kısa çizginin tadını çıkarmak.
Arzu Şahin
Kaynakça
Gündoğdu, Y. B. (2016). PSİKANALİTİK KİŞİLİK KURAMLARINA GÖRE GELİŞİM VE DEĞİŞİMİN İMKÂNI. Electronic Turkish Studies, 11(17).
Sayın, A. & Aslan, S. (2005). Duygudurum Bozuklukları ile Huy, Karakter ve Kişilik İlişkisi. Türk Psikiyatri Dergisi, 16(4), 276-283.
Toker, H. G. (2020). Krzysztof Kieslowski’nin “Üç Renk: Mavi” filminin “travma”,“yas” ve “iyileşme” kavramları çerçevesinde incelenmesi. Middle Black Sea Journal of Communication Studies, 5(2), 108-121.
Turan, Y. (2009). Kişilik Özellikleri ve Dinsel Yönelimler Üzerine Bir Araştırma. [Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü].
Zara, A. (2011). Kayıplar, yas tepkileri ve yas süreci. Yaşadıkça (s. 73-90). İstanbul: İmge Kitabevi.