Nerede Kaldık?
Neredeydik, nereye geldik? Bilmem ki kardeşlerim. Onca yıllık koşturmanın ardından nereye geldik? Bir yere gelmişiz gibi hissetmiyorum. Ama olduğumuz yerde kalmadığımızı da biliyorum. Bir zamansızlık ve mekânsızlık hâli bu sanki. Ne dün belli, ne şimdi; ne ötesi, ne berisi. Yüreğimde değişmezliği hissediyorum. Hiçbir şey değişmemiş ve değişmeyecekmiş gibi. Oysaki değişimi ölesiye arzuluyorum. Ve biliyorum, şu an nerede olduğumuzu bilmesek de bir gün o yere varacağız.
Şimdilik hâlimize baktığımda söyleyebileceğim tek şey, hayaller ve gerçekler arasında sıkışmış olduğumuzdur. Sanki uyanıkken rüya görüyor, uyurken de hayatın gerçekleriyle yüzleşiyoruz. Peki kurduğumuz hayaller yüzümüzü böyle kara çıkarmışken gerçeklere bakmaya hâlen yüzümüz kaldı mı? Yok canım, ne karası, hiç de öyle değil.
Hayallerimiz asla bizi utandırmamalı. Utandığımız şey gerçeklere yüz çevirmek olabilir mi? Hayallerin cazibesine kapılıp gerçekleri unutmak değil mi bizi asıl utandıran? Peki araya böyle bir mesafe girmişken, gerçeklik ile yeniden bir bağ kurabilmek mümkün olur mu acaba? Yazık ki gerçeklik asla affedici değildir. Sert ve sabittir, hayaller gibi yumuşak ve oynak değildir. Ve ne olduğu ta en başından beri bellidir. Böyle olunca ondan af dilemek de yersiz oluyor. Hele ki defalarca yüzümüze vurulduğu hâlde inatla gerçeklerden kaçmışken.
Tövbekâr olamayacak kadar günahkârız, ama günahkâr olmadan da tövbekâr olamayız. Bu bir inanç meselesi, insan ya gerçeklere inanır ya da hayallerine. Birinden birine yüz çevirildiğinde, diğeri de bir daha bakmaz insanın yüzüne. İnancımız boşa çıktığında ise vay hâlimize. Çünkü artık ne gerçekler vardır, ne de hayaller, sadece biz.
Gerçek miyiz, hayal mi? Kimse bilemez. Bu yüzden kardeşlerim, inandığımız yolda yürümemiz gerek. Ta ki ölünceye dek. Zaten en başında ölümü düşünerek seçmiyor muyuz yolumuzu? Ölümümüzün ancak bu yolda anlamlı olacağına inandığımız için değil mi bunca çaba?
Nerede olduğumuzun ne önemi var ki, nerede olacağımızı zaten biliyoruz.