kulübe

Bu hikaye çok eskiden yazıldı.

Eski püskü kulübenin kapısını zorlukla açıyorum, seneler olmuş kilidinde bir anahtar dönmeyeli. İçeriye ilk adımımı attığım anda bambaşka bir dünyada olduğumu anlıyorum. Çünkü hikayesi duyduğum her hikayeden tamamen başka şu tahta duvarların. Senelerdir kapısından girilmemenin, pencerelerinin aralanmamasının,telaşlı ya da neşeli ayakların zeminini arşınlamayışının ezilmişliği var, vazgeçilmişliği, terk edilmişliği.

En acısı vazgeçilmek olmuş sanırım onun için. Gitsen, terk de etsen d umudun varsa içinde dönersin eve, yine. Ancak vazgeçersen böyle olur işte, dönmezsin, dönmek aklına bile gelmez, sevmezsin de artık çünkü. Yaşlanıp yaşlanmaması, eskimesi sana hiçbir şey ifade etmez çünkü aklına bile gelmez.

Ama bazen son nefesine yakın olduğunu hissettiğinde, önemli bir ana geldiğinde pat diye yakalar seni canının köşesinden. Aklına bir şey gelir, bazen sadece bir mektuptur bazen ise sadece bir oyuncak.

Şimdi kocamın sadece çocukken yazlarını geçirdiği göl kenarındaki bu büyük, iyi para harcanmış olduğu belli olan ama görkemini vazgeçildiği için yitirmiş yalnız kulübeye yirmi küsür yıl sonra adımını atan ilk insanım. Evli olduğumuz dokuz yılda buraya hiç gelmedim, varlığını bile buraya gelmeden önce öğrendim. Bir oyuncak alıp gideceğim, sonra belki ben de bir daha gelmem. Zaten ölmekte olan şeyleri kurtaracak kadar cesur biri olamadım ben.

Elimdeki fotoğrafa sıkı sıkıya tutunup kocamın tarif ettiği odaya doğru gidiyorum, merdiveni çıkınca sağdaki ikinci oda, kapısında Star Wars posteri asılı, gülümseyerek açıyorum kapıyı. Gıcırdayarak ve ağır ağır açılıyor. Birden ürperiyorum. Neredeyse on yıldır hayatımın bizzat kendisi olan adamın pankreas ameliyatından önce o olmazsa ameliyata girmem dediği kırmızı oyuncak kamyoneti aramaya geldim iki buçuk saat uzaklıktaki yoldan. Elimdeki bu çocukluk fotoğrafını tutuşturdu elime annesi. "İlle sen getir," dedi kocam güzel gözlerini bana dikerek, sen getireceğim dersen getirirsin, annem çok kandırdı beni öyle, senden başkasına inanamam." Yatağının yanındaki çekmecenin en alt gözüne, en derine saklamış oyuncağını küçük kardeşi bulamasın diye. Sonra bu kulübeden aceleyle ayrıldıklarında orada unutuvermiş, birkaç gün ağlamış, sonra unutmuş.

Ameliyat olacağı günden önce seneler boyu aklına bile gelmemiş.

Ameliyat olacağını öğrendiğinde birden şimşek gibi düşmüş aklına kırmızı kamyoneti. Bana getir dedi. İki buçuk saatlik yolu teptim onun için. Yine yaparım, binlerce saat olsa da yaparım.

Bademcik ameliyatına girerken yanındaymış kamyoneti, şimdi olmazsa çok korkarmış. Korkar benim kocam. Gücenmez de utanmaz da korkmaktan. Ama daha önce hiç korkudan korkmaktan gözlerinin dolduğunu görmedim. Dedim, "Ben sana onu getiririm." Öyle güzel gülümsedi ki, tüm kavgalarımızı unutturdu gülüşü. Dokuz senede solan her şey yeniden doğdu, gözlerinde gördüm bunu, benim içimde ölenler ise onu kaybedebilme ihtimali ile. Saçlarını okşadım. Merak etme bebeğim, dedim. Alnını öptüm, yola çıktım. Geldim. Çekmeceyi ağırca açtım, tam da dediği yerde buldum.

Senelerdir aklına bile gelmeyeni nasıl da unutmamış, nasıl da hatırasını saklamış. Bir kırmızı kamyonete bir de çocukluk fotoğrafında aynı kamyonete sıkıca sarılan kocama bakıyorum. Gözlerim doluyor. Tüm hayatı bir zamanlar bu kamyonetten ibaretti, şimdi benim hayatım da bu kamyonete bağlı. Alıyorum kucağıma kamyoneti, gözlerimi siliyorum, evden çıkıyorum. Kapıyı kilitlerken, tekrar gelmeye söz veriyorum. Kim bilir, kocamın ihtiyacı olmasa hatırlamayacağı bir sürü hikayeyi bulabiliriz bu eski yuvada.

*****