Lost in Translation: İki Yabancının Tokyo'da Buluşan Dünyaları
"Lost in Translation" filmindeki karakterler, Tokyo'da buldukları dostlukla yabancılığı ve anlam arayışını derinlemesine işlerler.
2000'li yılların en iyi filmlerinden biri olan Lost in Translation, Sofia Coppola'nın yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği bir film. Film, farklı amaçlarla Japonya'ya seyahat eden ancak benzer varoluşsal krizler yaşayan, yaşları birbirinden farklı iki Amerikalı bireyin hikâyesini anlatır. Bill Murray tarafından canlandırılan Hollywood film ikonu ve yaşlı aktör Bob Harris, orta yaş krizinden geçmektedir. Viski reklamları çekmek ve Japonya'nın tanınmış talk show programlarına katılmak için Tokyo'ya gider. Filmde Scarlett Johansson, hayatında ne yapmak istediğine karar vermekte zorlanan, Yale'den yeni mezun Charlotte'u canlandırıyor.
Bob ve Charlotte farklı geçmişlerden ve yaşlardan gelmelerine rağmen, her ikisi de evlilik, iş ve genel olarak hayatta anlam arayışı gibi yetişkin kaygılarıyla uğraşmaktadır. Bob yirmi beş yıldır evliyken, Charlotte iki yıldır evlidir. Evliliklerinin farklı aşamalarında olsalar da, her ikisi de eşleriyle birlikte olmayı ya da ayrılmayı sorgulamaktadır. Ayrıca, bir otelin barında ilk kez karşılaştıklarında, birbirlerinin kişiliklerine, mizah anlayışlarına ve Japon kültürüne uyum sağlama çabalarına -ki bu çaba ikisi için oldukça sancılı bir süreç- ilk kez bu kadar yaklaşırlar. Lost in Translation filminin olumlu yanlarından birinin de Tokyo/Japonya'nın filmde nasıl bir karaktere dönüştüğü olduğunu belirtmek gerekir. Filmde Tokyo'nun 20 milyondan fazla insanın yaşadığı ve sonsuza dek varolacakmış gibi görünen bir metropol olduğu aşikar; ancak Charlotte'un yönetmen kocası yeni bir film çekmekle meşgulken ve Bob'un karısı beş bin mil uzaktayken, her ikisi de Tokyo'nun şehir ışıkları ve çeşitli seslerinde kendilerini keşfetme ve ilham alma şansı buluyorlar.
Bob ve Charlotte'un büyüyen ilişkilerinin en çarpıcı sahnelerinin, her ikisinin de kültüre uyum sağlamaya çalıştıkları, içinde yaşadıkları ve sürekli deneyimledikleri jet lag'in üstesinden birlikte geldikleri karaoke barlarda ve Japon restoranlarında kendilerini gösterdiğini de belirtmek gerekir. Evli olmalarına rağmen çeşitli nedenlerle ilişkilerinde yalnızlık ve sadakatsizlik yaşarlar. Japon dili ve kültürünün karmaşıklığına bakarken birbirlerinin varlığında huzur ve teselli bulmaları oldukça dikkat çekicidir.
Bir otelin barında tamamen yabancı olarak başlayan ilişkilerinin, kaldıkları süre boyunca dostluğa veya dostluktan öte bir ilişkiye dönüştüğünün altını çizmek gerekir. Bob aynı zamanda 20 yaşındaki Charlotte'un hayat danışmanıdır ve ona hayat, evlilik ve çocuk sahibi olmak hakkında dersler verir. Bob, hayatının tam ortasında olan ve Charlotte'a hayattaki tüm iyi ve kötü zamanlar hakkında samimi davranan bir karakterdir. Charlotte'un sertliği ve dünyaya dair kaygıları Bob'un da değişmesine yardımcı olur; Bob kayıtsız kalmanın ve kendisine baskı uygulamayan biriyle birlikte gülebilmenin keyfini ve heyecanını yeniden keşfeder ve kaçınılmaz olarak Charlotte'un yanındayken kendini eğlenirken ve zevk alırken bulur. Sözün özü, bu kısıtlı süre içinde birbirine denk gelen ikili, içlerinde süzülen ve kayboluşta bulunan hislerinin peşinde giderler ve bu peşinden gidilen yolda aslında birbirleriyle ne kadar uyumlu olduklarını anlarlar.