Martin Eden, Jack London

Toplum, idealler ve mutluluk üzerine kısa bir yazı.

Jack London'ın yarı otobiyografik romanı olsa bu kitap aslında döneminin ve belki de bugünümüzün yozlaşmışlığını yansıtan bir kitap. Baş karakterimiz Martin Eden yazar olmak isteyen ve bunun için pek de imkâna sahip olmayan bir genç. Eğer kitabı okumadıysanız ve okumak istiyorsanız buradan itibaren yazıyı okumanızı tavsiye etmiyorum.

Kitap boyunca Martin'in nasıl sürekli çabaladığına ve yılmadığına şahit oluyoruz. Birkaç değil birçok başarısızlığa sahip bu adam yoksulluktan yemek yemeyi bırakacak noktalara kadar geliyor. Buradan önce arkadaşlar edindiğini ve sınıf farklılıklarıyla tanıştığını görüyoruz.

Kendisi Ruth'a deli divane âşık olsa da Ruth'un Martin'i sevmemek için onu her gördüğünde sahip olduğu özellikleri içten içe küçümsemesini okumak pek de keyifli değildi. Martin, Ruth'un üst sınıf bir aileye mensup oluşundan dolayı aşklarının imkânsızlığıyla yıpranırken Ruth onu kendi yanına yakıştırmıyordu. O dönem içerisinde Ruth'un böyle düşünmesi normal olsa da Martin'le olmalarını hiç istemedim bir okuyucu olarak. Hikâyenin sonunda gerçekten Martin'in onu istemeyişini gördüğümde ise şok oldum. Sanki Martin arkadaşımmış ve sevdiğine kavuşamamış gibi bir hayal kırıklığıydı.

Belki de yüzden fazla yazısını yayınevlerine göndermişti ve her biri tek tek reddedilmişti. Bir yazısıyla ünlü olunca ise, ki o onun en sevdiği yazısı bile değildi, diğer yazıları da kabul görmeye başladı. Ortaya çıkan eserden çok onu yapana önem vermek kapitalist dünya için makul olsa da Martin'in inandığı edebiyat dünyası için hiç de makul değildi. Bütün o tanıştığı insanların aslında hiçbir şekilde sanattan anladığını düşünmemeye ve görmeye başlamıştı. Yaşadığı hayal kırıklığı onu öyle bir noktaya sürükledi ki Ruth'u bile istemedi. Bu nasıl mümkün olabilir?

Düşününce insanın inandığı değerlerin kaybolduğunu görmesi kolay değil. Hayalimize ulaştığımızda mutlu olacağımızı düşünmek de bir o kadar doğal. Ancak bu ideali sadece bizim kurduğumuzu düşünmüyor olmama sebep oldu Jack London. Her ne kadar bizim hayal dünyamızda biçim alsa da gerçek dünyaya çıktığında idealimizi ne kadar koruyabiliriz?

Martin'in yazılarının yayınlanması yayınevlerinin elindeydi ve yüz tane yazısı içerisinden hiçbiri mi ismini duyurana kadar ciddiye alınmaya değer değildi? İstediklerine ulaşınca onu mutlu görmeyi beklerken toplumun iki yüzlülüğünden yaşama sevincini kaybetmesini görmek istemezdim.

Haluk Bilginer'in bir röportajında mutluluğun sürekli kovalanması gereken bir şey olduğunu söylediğini hatırlıyorum. İdealin kendisinden çok belki de o yolculuğun mutlu ettiğini söylemek mümkün. Toplumun insanı gördüğü yerle ilgili ise nerede durmamız gerektiğini henüz bilmiyorum.

Haluk Bilginer'in röportajı: https://www.youtube.com/watch?v=eC4EqE2pTQU