Mehtap, cinayetten 35 yıl önce doğdu.

Bir sigara yakmak için elindeki tabancayı bırakmasından 35 yıl önce, Mehtap fırtınalı bir geceye doğdu.

Mehtap 35 yıl önce fırtınalı bir geceye doğdu.

Mehtap’ın çocukluğu; ayaklarının altında ezilen ot sesleri, soğuk pütürlü duvarlar ve çeşmeden su taşımakla geçti. Çorbayı karıştırmak için sandalyenin üzerine tırmanırdı. Küçük bahçelerine konan kuşları takip eder, bahçede yetişen çiçeklerle konuşur, annesiyle şekerli ılık çaylar içerdi.  

Annesinin ela gözleri ve onu takip eden bir yün kokusu vardı. Teni hep sıcaktı. Saçlarını eşarbının altına sıkıştırır, gülerken yüzünü elleriyle kapatırdı. Elleri limon, nefesi şeker kokardı. Annesinin kahkahası sessizdi, gülümsemesi parlaktı. Evde cereyan yapıp da bir kapı çarptığında yanı başında silah patlamış gibi yerinden sıçrardı.

Annesi gün içinde “Baba gelmeden,” diyerek koşturur, evde bir panik havası yaratırdı. Mehtap, babanın eve gelmesinden hep korktu.  

Babası gürdü, yüceydi, karaydı. Geniş omuzları güneşe değerdi. Odun ve tütün kokardı, kahverengi gömlekler giyer, yemek yerken tabağın üstüne eğilir, bitirdiğinde masadan gürültüyle kalkardı. Gün içinde evde değildi ama akşam geldiğinde öfkeliydi.

Mehtap en fazla 7 yaşındaydı, yemek tepsisini taşırken halıya takılıp yere düşmüştü. Dizlerinin üstüne oturmuş babasının gürül gürül ayağa kalkışını, küçücük odanın içinde yükselmesini ve genişlemesini izlemişti. Babası başında durmuş, Mehtap’ın elleriyle buharı tüten kuru fasulyeyi toplamasını izlemiş, bağırmıştı.  

Ertesi sabah annesi onu elinde bir papatyayla uyandırmıştı. Mehtap, çiçeği parmakları arasında tutmuştu. Annesi gülümsemişti, çok yorgun bir tebessümdü bu. “Bugün hava çok güzel,” demişti elini kızının başına koyarak “Çık bahçeye, oyna.”

Mehtap çeşmenin oraya gitmiş, ellerine bakmıştı. Avuç içleri yanmış, yer yer su toplamıştı. Çeşmenin kenarına çömelerek ellerini çamura banmıştı. Islak toprak serin, yumuşaktı. Derin bir nefes çekmişti içine. Çamuru ellerine alıp biçimlendirmeye başlamıştı.  

Akşamleyin dizlerine kadar çamura batmış halde gelince annesi paylamıştı onu. Mehtap’ı haşince yıkamıştı. Küçük kız, gece olduğunda yatağına uzanmış, ellerini kalın pütürlü yorganın etrafına sarmıştı. Gözlerini kapatmıştı. Parmaklarını çamurda hayal etmiş, sabaha kadar yorganı eğip bükmüştü.

Ertesi gün şalvarını baldırlarına kadar çekmiş, dikkatlice işe koyulmuştu. Ellerini çamura baldırmış, istediği şeyi görene kadar başından ayrılmamıştı. Küçük bir heykel yapmıştı çamurdan. Sonrasında nemli heykeli güneşe bırakmış,  onunla birlikte kurumayı beklemişti.

Sabah olunca annesinin yanına gitti. Kadın hala uyuyordu. Fısıldayarak annesine seslendi. “Anne, bak ne yaptım.”

“Ne yaptın kızım?” dedi kadın, gözleri kapalıydı, sesi pütürlüydü.

Mehtap cevap vermeden bekledi. Sonra kadın avuç içleriyle gözlerini ovdu ve Mehtap'a baktı.

Kızın elinde kahverengi bir şey vardı.

“Senin için.”

Mehtap biraz çarpık bir papatya tutuyordu elinde. Kilden bir papatya.

O günden itibaren Mehtap, çoğu vaktini çeşmenin başında geçirdi. Annesiyle aralarında bir sırdı bu heykeller.  Mehtap bahçede gezip çiçekleri ve yaprakları inceliyor, sonra da çamurdan aynılarını yapıveriyordu. Elleri kendiliğinden hareket ediyor, nefesini tutuyor, heykellerini güneşe yatırdığında çenesini avcuna dayayıp, suyun buharlaşmasını ve rengin yumuşacık bir kahverengiye dönmesini izliyordu. Çiçekleri annesinin çeyiz sandığında saklıyorlardı. Babaya hiç söylemediler.