Metaverse Sahiden Evrenin Ötesi mi?
Nedir şu Metaverse?
"Metaverse nedir?" sorusu son zamanlarda pek çok kişi tarafından sorulan sorular arasında yer alıyor. Yepyeni bir evrenin vaadi mi yoksa alternatif kimliklere olanak veren ikinci bir dünya mı Metaverse? Ya da sahiden evren konseptinin ötesinde, varlığımızın sınırlarını aşan bir olanaklar alanı mı? Bu sorular sizin de zihninizi meşgul ediyorsa, gelin Metaverse konseptine daha yakından bakalım.
Metaverse, "meta" ve "universe" kelimelerinin birleşiminden meydana geliyor. İlk bakışta evren ötesi şeklinde bir çeviri uygun görünebilir. Ancak Metaverse'i, internetin yeni bir jenerasyonu olarak tanımlamak çok daha doğru görünüyor. Bu terime ilk kez Neal Stephenson tarafından 1992 yılında yayınlanan Snow Crash adlı bilim kurgu romanında rastlanıyor. Şimdilerde ise duyanların aklına gerçeklikten kopuk ya da gerçeklik üstü sanal bir dünya tasarımı geliyor. Hatta "Metaverse'ye nasıl girilir?" sorusu pek çok kişinin zihnini kurcalıyor. Peki, Metaverse gerçekten de gerçekliğin bizi tamamen terk ettiği sanal bir dünya anlamına mı geliyor? Bunun cevabını verebilmek için gerçeklik ve sanallık konseptlerine doğru bir yolculuğa çıkalım.
Gerçek ve sanal daima birbirini dışlar mı? Yoksa iç içe geçtikleri bir kullanım da söz konusu olabilir mi? Genel kanıya göre, bu iki kelimenin birbirinin tam olarak zıttı şeklinde kullanıldığına rastlanıyor. Ancak, felsefi bir akıl yürütme belki algımızda bir değişim meydana getirebilir. Her iki konseptin de birer deneyim alanı olduğunu varsayarsak, birbirlerinin zıttı oldukları iddiası her ikisinin de bambaşka deneyim alanları olduğu sonucunu veriyor. Örneğin, gerçek bir kedinin karşısına oyuncak bir kedi getirmeniz durumunda birinin gerçek diğerinin ise gerçek olmadığı kanısına kolaylıkla varabilirsiniz. Bu ayrımı bu denli kolay yapmanızın sebebi aslında her iki konseptin altında kümelenen özelliklerin birbirini dışlamasıdır. Diğer bir deyişle, gerçeklik konsepti size gerçek bir kedinin nefes alması, hareket etmesi ya da miyavlaması gerektiğini söyler. Böylece, oyuncak bir kedide bu fonksiyonlar olmadığında, onun gerçek olmadığı sonucuna kolaylıkla varabilirsiniz. Peki hayatta olmayan bir kedinin artık nefes almıyor oluşu onu gerçek bir kedi olmanın dışına mı iter? Ya da gerçek olmayan bir oyuncak kediye nefes alma, hareket etme ve miyavlama fonksiyonları tanımlandığında onu hala gerçek olarak varedemeyen şey nedir? Bu sorunun pek çok özcü cevabı olabilir. Ancak, bu ayrımları deneyimde meydana gelen farklılıklara dayandırmak iyi bir seçenek gibi görünüyor.
O halde, sanal ve gerçek olanın deneyimleri hakkında akıl yürütürken zihnimizi Michael Heim'in zihnine yaslayalım. "The philosopher of cyberspace" olarak bilinen eğitimci ve yazar Michael Heim, sanal gerçeklik konusunda metafizik sorgulamaya gidiyor.
Öncelikle, sanal gerçekliğin sanal bir ortama duyusal anlamda dalma olabileceği varsayımını öne sürüyor. Bu bakış açısına göre sanal olanın, gerçek deneyime yaklaştığı kadar ya da bizi gerçekliğe daldırabilme gücü kadar gerçek olabileceği sonucuna varılabilir. Çünkü Heim, asıl illüzyonun bu dalma durumu olduğuna işaret ediyor. Bunu yapabilmek için ise pek çok araçtan yararlanılıyor. Çeşitli sesler, efektler ya da grafikler ne kadar güçlüyse sanal ve gerçek olanın arasındaki ayrım da bir o kadar silikleşiyor. Bu durumda, sanalın deneyimi gerçeklikle kuşatıldığı oranda gerçektir diyebilir miyiz? Hatta Heim, vücudun interaktif katılımını da göz ardı etmiyor ve joystick gibi araçların kullanımına da vurgu yapıyor.
Sanallık ya da sanal dünya orada öylece duran ya da yalnızca bize dışarıdan gelen izlenimler bütünü olmaktan çok daha fazlasını içeriyor. Heim, kitabının "Telepresence" başlıklı bölümünde sanal dünyadaki robotik varlığımıza ışık tutuyor. Bunu yaparken ise varlık durumuna dikkat çekiyor. Çünkü bir yerde olma ya da bulunma durumu ilgili alan ile etkileşimde bulunmaya işaret ediyor. Örneğin, odanızda bulunurken oradaki bulunma haliniz interaktif bür süreç meydana getiriyor ve siz nesneler ile hava ile ya da sesler ile etkileşimde bulunuyorsunuz. Peki sanal bir dünyada tüm bedeninizle koşarken, bir şeylerin yerini değiştirirken ya da oradaki diğer özneler ile iletişime girerken orada bulunan yine tamamen siz misiniz? Yoksa bunu telebulunmaya indirgeyerek sanal dünyadaki sizin daha az varolduğunu mu söylersiniz? Ya da oradaki deneyimler size "gerçekçi" bir şekilde aktarıldığı kadar mı orada varsınız? Sanal bir toplantı odasında, mimiklerinizin en küçük ayrıntısına kadar o ortamla sentezlendiğini hayal edin. Bu durumda iş arkadaşınıza sevgi ile bakan, toplantının seyrinden sıkıldığı için kollarını bağlayan ya da yeni fikri sıkıcı bulduğunu saklamaya çalışan siz değil misiniz? Ya da tümüyle orada bulunduğunuzu deneyimlemeniz için ne gerekiyor?
Şu an sanal dünyadaki benliğinizin varlığını sembolik oluşu ile ayırabileceğinizi düşünüyor olabilirsiniz. Ancak Heim, "Bütün dünyalar sembolik değil mi?" sorusunu yöneltmeyi ihmal etmiyor. Sanal ofis odasındaki siz, sizin temsiliniz ise yalnızca sembolik olarak sizi işaret eden bir temsilden ötesi değil mi? Yani Metaverse, bu dünyanın ötesinde fakat gerçekliğe işaret eden ya da gerçekliği temsilen orada olan yapay bir çevre mi? Eğer öyle olduğunu varsayarsak ortaya kocaman bir deneyimleyen özne problemi çıkıyor. Çünkü sanal ya da gerçek dünya yine sizin fiziksel duyularınıza bağlı algılanıyor ve şekilleniyor. Metaverse'de arsa satın aldığınızda arsa almanın sevincini yalnızca sizden bağımsız olarak orada varolan avatarınız deneyimlemiyor. Fiziksel duyumlarınız hala orada, size bağımlı şekilde algılamaya devam ediyor. Yani sanallık ve gerçeklik iç içe geçerek birlikte varolan bir deneyim alanına dönüşüyor. Böylece, birbirini dışlamayan hatta dışlamanın aksine ayrılamaz bir oluş sergileyen ve kuşatan bir alan meydana geliyor.
Öyleyse, yazının sonuna yaklaşırken birkaç ekleme ile soruları netleştirelim. Heim, sanal teriminin gerçek olmayan bir gerçekliğe atıfta bulunmasından da bahsediyor. Başta bahsedildiği üzere, sanallık ve gerçekliğin birbirini dışlayan konseptler olması çoğu yönden akla yatkın görünüyor olabilir. Ancak Metaverse sanal dünya olarak kabul edildiğinde, onun tam olarak gerçek olmayan bir alana tekabül ettiğini söylemek bizi bu alanın gerçekçiliğini yadsıyan bir konuma getiriyor. Heim'e göre, sanal terimini zaten mevcut bir ortam ile daha ileri düzeydeki yapay birikimlerden oluşan alanın arasındaki boşluğu aşmak amacıyla kullanıyoruz. Yani, bu iki dünya arasında bir köprü kurmaya çalışıyoruz. Çünkü her iki dünyadaki deneyimlerimiz arasında reddedilemez benzerlikler mevcut ve onları birbirine yaklaştırarak aradaki çizgiyi bulanıklaştırmak çok daha makul görünüyor.
Bu yazıda, "Metaverse ne demek?" sorusuna kesin bir yanıt bulamadığınızı hissediyor olabilirsiniz. Eğer öyleyse, bu durum yazının amacına ulaştığını gösteriyor. Bu yazıda Metaverse ekseninde şekillenen sanallık ve gerçeklik konseptlerine daha yakından baktık. Son bir soru ile yazımı noktalamak istiyorum. Heim, sanal alanın dolaysızca fiziksel ya da doğal gerçekliklerle uğraşıyormuşuz gibi hissetmemizi sağladığından bahsediyor. Sizce, Metaverse bize daha ideal bir dünyada yaşıyormuşuz gibi hissettiren uğraşlar alanı açıyor olabilir mi?
Bu soru da "Metaverse amacı nedir?" sorusu için iyi bir başlangıç olabilir. Diğer yazılarda görüşmek üzere, sorularla kalın...
Kaynaklar ve ileri okuma:
Heim, Michael. The Metaphysics of Virtual Reality. Oxford University Press, 27 Oct. 1994, pp. 110–150.
Heim, Michael. Virtual Realism. Oxford University Press, 13 Apr. 2000.
Williams, James. Gilles Deleuze’s Difference and Repetition. Edinburgh University Press, 31 Jan. 2013.