Ne Y’yiz Ne Z: Hiçbir Kuşağa Ait Olamamak

Kendini Y kuşağının gerçekçiliğiyle Z kuşağının dijitalliği arasında bulan bir nesil: Arada kalmış kuşak.


İnsan olarak çoğu zaman kendimizi bir yere ait hissedemeyiz. Bunun nedeninin ne olduğu tartışılır. Ama hiç düşündünüz mü belki de kayıp bir kuşaktasınız. Elbette herkes için geçerli değil. Çoğu insan kendi kuşağını yansıtır. Ama bazılarımız hiçbir kuşağa ait hissedemeyiz kendimizi. Bu aralar özellikle bu (ister kayıp, ister arada kalmış kuşak denilsin) kuşak muhabbeti çok dönüyor. Sokakta da büyüdük teknolojiyle de. MSN'de birbirimizi de dürttük, Retrica'da efektlerle fotoğraflarda çekindik. MP3’lerle tanışıp, sonra Spotify listeleriyle büyüdük. Belki de bu yüzden biraz garip hissediyoruz; çünkü hiçbir döneme tam ait değiliz, ama her dönemi biraz yaşamış gibiyiz.

2000’lerin başında çocuk olanlar bilir. Evde tüplü televizyonun karşısında çizgi film izlerken bir yandan da ilk bilgisayarımızla Paint’te sanatsal şaheserler yaratırdık. İnternete girmek için “çevirmeli bağlantı” sesi beklerdik; bugünkü “Wi-Fi yok” paniği, o dönemde “hat meşgul” paniğiydi. O zamanlar dijital dünya bir lüks gibiydi. Şimdi ise tam tersi: ondan uzak kalmak neredeyse mümkün değil. İşte aradaki o geçiş, kimliğimizin en büyük parçası oldu.

Biz, iki çağın arasına sıkışmış bir kuşağız, Zillennials olarak da geçiyoruz.Kulağa havalı geliyor, ama aslında bu “arada kalmışlık” hissi, bazen öyle yorar ki insanı, hangi tarafa ait olduğunu bile unutur.

Kuşaklar Arası Çizgiler: Bilimsel mi, Keyfi mi?

Pew Research Center, Y kuşağını (Millennials) 1981–1996, Z kuşağını ise 1997–2012 doğumlular olarak tanımlıyor. Peki 1995–2003 arası doğan bizler? Tam olarak hiçbir kategoriye sığmıyoruz. Bazı kaynaklar bizi micro-generation ya da cusp generation yani geçiş kuşağı olarak tanımlıyor. Yani tam bir “ne oranın çocuğu ne buranın genci” durumu. Bazı araştırmacılar bu insanları iki çağ arasında köprü kuran grup olarak tanımlar. Yani hem analog dünyanın son tanıkları, hem de dijital çağın ilk yerlileri biziz. Bir gözümüz televizyon çizgi filmlerinde, diğer gözümüz YouTube’da.

Dijital Dönüşümün Tanıklarıyız

Biz internetin yükselişini çocuk yaşta izledik. Evde ilk bilgisayarın geldiği günü hatırlayan son nesiliz. Kardeşlerimiz doğduğunda Wi-Fi zaten vardı. Common Sense Media’nın raporuna göre, 2000’lerin başında doğan çocuklar ortalama 12 yaşında ilk akıllı telefonuna sahip oluyordu. Yani tam geçiş döneminin çocuklarıyız; bir ayağımız sokakta, diğer ayağımız sanalda.

İlk Facebook hesabımızı açtığımızda her şey saf bir eğlenceydi, kim “duvarıma yazacak” diye beklerdik. Şimdi ise bir paylaşım yapmadan önce üç kez düşünüyoruz: “Bu beni nasıl gösterir?” Z kuşağı doğduğunda sosyal medya zaten hayatın parçasıydı. Bizim içinse, yeni bir kimliğin provasıydı. Belki de o yüzden kim olduğumuzu bulmaya çalışırken kendimizi “ekrandaki ben” olarak yeniden inşa ettik. Ve bazen, hangisinin daha gerçek olduğunu karıştırdık.

Gerçek Ben, Dijital Ben ve Aradaki Kayboluş

Harvard Business Review’in 2024 araştırması, Z kuşağının %58’inin sosyal medyada “kendini farklı göstermeye mecbur hissettiğini” söylüyor. Biz de o dönemin denekleriydik. Yani sosyal medya kaygısının yükseldiği çağda ergen olduk. Filtrelerle tanıştık, “like” sayısıyla değer ölçtük. Ama bir yandan da içten içe şunu düşündük: “Benim gerçekte nasıl biri olduğumu, sadece ben biliyorum.”

American Psychological Association’a göre, 1995 sonrası doğanlarda anksiyete ve depresyon oranları önceki kuşaklara göre %40 daha fazla. Bu bir rastlantı değil. Çünkü biz, kimliğini hem çevrimdışı hem çevrimiçi inşa etmek zorunda kalan ilk kuşağız. Bir tarafımız sürekli görünür olmak isterken, diğer tarafımız gizlenmenin huzuruna sığınıyor. Bu çelişkiyi taşımak bile başlı başına bir yorgunluk.

Mesela üretkenlik anlayışımız bile ikili. Çocukken “dersine çalış” diye büyütüldük, ama şimdi “kendini geliştir, kişisel markanı oluştur” çağındayız. Bu dönüşümün ortasında, başarıyı tanımlama şeklimiz de değişti. Ama biz aradakiler, ne iş hayatına tam adım atabilmişiz, ne de öğrencilik konforuna sığınabilmişiz. Bu yüzden belirsizlik bizim için doğal bir yaşam biçimi oldu.

Bazen çalışmak istiyoruz ama hiçbir şeyin anlamı yokmuş gibi geliyor. Bazen umutluyuz ama motivasyonumuzun şarjı kısa sürüyor. Yine de her defasında yeniden başlıyoruz çünkü başka çaremiz yok. Artık herkesin kendi rotası var. Kimi kendi işini kuruyor, kimi freelance çalışıyor, kimi hâlâ “ben ne istiyorum?” sorusunun cevabını arıyor. Bizim kuşak belki de ilk defa “tek doğru yol” fikrini reddetti. Çünkü biz her şeyin değiştiğini çocuk yaşta öğrendik: telefonlar, müzik formatları, hatta iletişim biçimleri bile.

Yorgun Ama Dirençli: Bizim Kuşağın Hayat Mücadelesi

Pandemi bizim için bir dönüm noktasıydı. Hayatın hızlanacağı yaşta, evlere kapandık. Online mezuniyetler, dijital arkadaşlıklar, ekrandan geçen hayatlar... Birçoğumuz için “yetişkinliğe geçiş” tam o yıllarda dondu.

Ama bu hızın bir yan etkisi de var: sürekli bir “yetişememe hissi.” Bir yandan üretmek istiyoruz, bir yandan da tükeniyoruz. “Her şeyin farkındayım ama hiçbirine yetişemiyorum” duygusu tam bizlik. Z kuşağı kadar hızlı değiliz, Y kuşağı kadar sakin değiliz. Orta hızda bir varoluş yaşıyoruz. Bir elimizde kahve, diğer elimizde deadline. Bir gözümüz gelecekte, diğer gözümüz “keşke eskisi gibi olsa” cümlesinde. İşte o ikilik, bizim yeni normalimiz.

Psikologlar bu durumu “kimlik geçişi” olarak tanımlıyor. Çünkü biz, dijital çağın çocukları değil; onun test sürücüleriyiz. Her yeni teknolojiyi deneyip adapte olmayı öğrendik. O yüzden belirsizlik bizi korkutmuyor, ama yormuyor da değil. Sosyal medyada her şey mükemmelmiş gibi görünen bir çağda büyümek, aslında kendi iç sesimizi duymayı da zorlaştırdı. Bu yüzden bazen sessizlik ihtiyacımız, “kaçış” değil “denge” arayışı aslında.

İki Kuşağın Kesişim Noktasında: Değerlerimiz

Y kuşağı “çok çalış, başarırsın” mottosuyla büyüdü. Z kuşağı ise “her şey sistem hatası” diyerek daha isyankâr bir tavır aldı. Bizse ikisini karıştırdık: hem çalışkan hem sorgulayıcı, hem yorgun hem meraklı bir kuşağız.

Pew Research’ün analizlerine göre, bizim nesil “anlam arayışı” konusunda önceki tüm kuşaklardan daha güçlü. Belki de bu yüzden yaratıcı alanlarda daha fazla parlıyoruz çünkü “neden yaptığımızı” sorguluyoruz. Yani bizim için mesele sadece çalışmak değil; anlamlı bir şey üretmek.

Kimi bunu tasarımla, kimi yazıyla, kimi sadece “var olarak” yapıyor. Bizim kuşak, “dünya çok kötü ama yine de güzel bir şeyler yapabiliriz” düşüncesiyle yaşıyor. Bu hem bir umut hem de bir savunma mekanizması. Kendi mizahımız, kendi travmalarımız, kendi ironimiz var. Bir nevi “post-melankolik nesil”iz biz üzgünüz ama farkındayız, yorulduk ama umudumuz hâlâ cebimizde.

Belki de Arada Olmak Kötü Değil

Kuşaklar arasındaki çizgiler artık eskisi kadar keskin değil. Belki de bu bizim avantajımız. Y’nin sabrını, Z’nin yaratıcılığını aldık. Hem kaset dönemi nostaljisini yaşadık hem TikTok trendlerini gördük. Biraz retro, biraz ileri görüşlüyüz. Arada olmak bazen yorucu, evet. Ama aynı zamanda esnek, meraklı ve dönüşüme açık bir bakış kazandırıyor.

Yine de bence bu arada kalmışlık bir lanet değil. Tam tersi, bir süper güç gibi. Çünkü iki dünyanın dilini de biliyoruz. Hem nostaljiyi seviyoruz hem yenilikten korkmuyoruz. Hem derin sohbetleri özlüyoruz hem de meme kültürüne bayılıyoruz. Bu ikili yapı, bizi belki de tarihin en esnek ve en gözlemci kuşağı hâline getiriyor.

Biz, hem geçmişin ağırlığını hem geleceğin hızını taşıyan bir jenerasyonuz. Ve bu yükü taşırken hâlâ kendimize “bir kahve daha içer miyiz?” diye sormayı unutmuyoruz. Belki de bu yüzden bizim kuşak, “ciddi olmakla dalga geçmeyi” mükemmel harmanlıyor. Hayatın anlamını sorgularken, aynı anda Spotify’da “Lo-fi Chill Mix” açabiliyoruz. Bu da bir beceri. Çünkü biz farkındayız: her şey değişiyor, ama biz hâlâ buradayız.

Ne tam Y’yiz, ne tam Z. Ama tam da bu yüzden, kendimize ait yepyeni bir alan yaratıyoruz. Biz iki çağın çocukları değiliz; biz, iki çağı birbirine bağlayan köprüyüz. Ben kendimi ne Y ne Z olarak tanımlıyorum. Ben, değişimin ortasında büyümüş ama kendi yolunu çizmeye çalışan biriyim. Ve bence bizim kuşak, geleceği “hızlı tüketmek” yerine “yeniden tanımlayacak” kadar özgün. Belki de bu yüzden, kayıp değiliz. Sadece yeni bir dil bulmakla meşgulüz.