Ödüle Doymayan “Poor Things’’ Filminin Mekânsal Analizi-2
Her şeyi gibi mutlu sonu da sürreal olan bu film, bir kadının yaşadıkları hakkında çok şey anlatıyor.
Gemi
Lizbon’dan sonra gemi seyahatiyle hikaye akışı devam ederken, mimarinin bize hissettirdikleri üzerine konuşalım. Sanayi Devrimi sonrası mimarinin endüstriyel malzeme, doku ve dilini buram buram hissettiren gemi, bir geçiş sahnesi olmasıyla da mantıklı bir seçimle vurgulanıyor. Bella’nın felsefe, fikirler ve ideallerle tanıştığı bölümde; sosyalizme önayak olacak bir dönemin, makineleşmiş somut tasvirine yer vermek akıllıca olmuş diyebiliriz. Zira Sanayi Devrimi’ne tepki olarak doğan Art Nouveau’ya vurgu yapmadan önce kullanılması da gemi sahnelerinin önemini artırıyor.
İskenderiye
İskenderiye bölümüne geçtiğimize göre burada İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması ardındaki rivayetlerden birine değinmeden olmaz. Bunu anlatma sebebim, İskenderiye sahnelerinin bana hissettirdiği şeyin yoksulluk ve açlığın ötesinde olmasıdır.
‘’Bir görüşe göre 391 yılında Bizans’ın Mısır Valisi Theophilos, İskenderiye’de Mısır’ın eski din mensuplarına ait Osiris tapınağının yeri olan bir arsayı, kilise inşa edilmesi için Hristiyanlara verdi. Burada yapılacak kilisenin temel kazıları sırasında üzerinde eski dine ait yazılar bulunan bir taş çıktı. Hristiyanlar bunu bir alay konusu yaptılar. Bu olay şehirde oldukça kalabalık halde bulunan Pagan inancına mensup olanları kızdırdı ve sonunda İskenderiye’de dini bir ayaklanma çıktı. İki taraf çarpıştı, insanlar kitle halinde kılıçtan geçirildi. İskenderiye Kütüphanesi’nin olduğu bölge yerle bir edildi.
400 yılına gelindiğinde İskenderiye sürekli bir dinsel çalkantı içindeydi ve 415 yılında bu durum Neo-Platonik filozof Hypatia'nın öldürülmesi ve bazı bilim adamlarına göre büyük kütüphanenin yakılması ve Serapis Tapınağı'nın tamamen yıkılmasıyla sonuçlandı. İskenderiye bu tarihten sonra geriledi; akademisyenler, bilim adamları ve her disiplinden düşünürler şehri terk ederek daha güvenli yerlere gitti.
Şehir, Hıristiyanlık hakim inanç sistemi olarak ortaya çıkmadan önce, birbiriyle çatışan inançların savaş alanına dönüştüğünden, iç çatışmalar nedeniyle hem mali hem de kültürel açıdan giderek yoksullaştı.’’
İskenderiye sahnelerinde neyin irdelendiği konusunda düşünüp araştırırken, bu hikayeye rastlamak beni düşündürdü. Kurulu ve bize sunulmuş dünyadaki her şeyin arkasındaki acı gerçek sorgulanırken dine değinmeden olmazdı. Bella, dinlerin çatışması arkasındaki yoksulluk ve açlığı, adeta o anı canlı canlı yaşıyor gibi içselleştiriyor.
Yanaştıkları kıyıda yer verilen yapıda Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri olan İskenderiye Feneri yıkıldıktan sonra yerine yapılan Kayıtbay Kalesi’nin sürreal bir tasvirini görüyoruz adeta.
Paris
Paris denilince ön plana çıkan mimarı akımlardan biri olan Art Nouveau, bu sahnelerde alelade bir şekilde kullanılmamış diye düşünüyor insan. Zira Paris sahnelerinde Bella’nın aç kalmamak için bedeni üzerinden para kazanması üzerine işlenen ve tepkilere konu olan olay akışını izliyoruz. Art Nouveau akımında, organik formlar, kıvrımlar ve kadın figürlerini görürüz ve bu detaylar Paris sahnelerinin anlatımıyla birleştiriliyor. Akımın ortaya çıkışının arka planına biraz bakalım.
‘’Romantik olarak nitelendirilen Art Nouveau sanatçısı doğayı referans alarak, bireyin özüne dönmesini sağlayacak bir ışık tutmak istemiştir. Modern hayatın yapaylığıyla varılan yüzeyselliğe, yapılı çevrenin ruhsuzluğuna bir eleştiri getirerek; sanatın özümsenen bir değer olmasına, güzel olanın insanda oluşturacağı hazza, dinamizme ve canlılığa ancak doğada var olan canlı-cansız varlıkların örnek alınıp yorumlanmasıyla varılabileceğini amaçlamıştır. Art Nouveau sanatçıları da ruh ile doğa arasında var olan gizemli bağın mistik havasından etkilenmiş, sanat ile doğayı ayrılmaz bir bütün şeklinde ele alarak doğaya farklı bir önem vermişlerdir.’’
Hem görsel anlatımıyla hem ortaya çıkış fikriyle bu sahneleri, Art Nouveau’dan başka bir akım anlatamazdı.
Londra
Kendini, insanları, hayatı ve dünyayı keşfetme sürecinde oldukça ilerlediği bir evrede, Bella; Doktor’un hastalandığı haberiyle apar topar Londra’ya dönüyor. Yaşadığı tecrübelerle hayatı sorgularken, geçmişiyle yüzleştiği anlar yaşıyor. Doktor, onun hem kendi annesi hem çocuğu olduğu itirafında bulunuyor. Bunu duyduktan sonra çok kızıyor ve üzerine düşündükten geri geliyor. Doktor olmaya karar verdiğini söylüyor. Daha sonra Max ile ahlaki sınırlar üzerine yaptığı konuşmaların olduğunu sahneyi izliyoruz. Max’i o an ve hep mantıklı bulduğu için ona evlenme teklifi ediyor. Kilisedeki nikah sahnesinde tören bir adam tarafından bölünüyor. Bu Avukat Duncan’ın bulup getirdiği, Victoria Blessington’ın kocası General’den başkası değil.
General kendini tanıttıktan sonra onunla gitmeye karar veriyor. O evde yaşanan diyalogların hissettirdikleri, evin tasvirine yansıtılmış gibi. Victoria, o evde adeta bir esir hayatı yaşıyor; ev ise zindanları olan bir kale gibi.
Bella, bu evde Victora’yı köprüden atlamaya iten şeyi sorguluyor. General ise bebeği istemediğini söylüyor. General, tam anlamıyla muhafazakar ve kısıtlayan tavırlarla, aslında teorik olarak Bella ile tanışmadıkları zamanda yaptıklarıyla onu yargılarken; bir yandan onu tutsak gibi hissettirmeyi ihmal etmiyor. Bella, yaptığı ahlaksızlıkları durdurmak için General’in onu sünnet ettirmek istediğine kulak misafiri oluyor. Onun kendisine çektiği silahla General’i ayağından yaralayıp Doktor’un evine getiriyor. General’in ölmesini değil daha iyi bir versiyonunu yaratmak istiyor.
Doktor öldükten sonra, tüm macerasındaki sevdiği insanlarla bahçede vakit geçirdiği sahneyi görüyoruz. Max, genelevdeki arkadaşı, Doktor’un hizmetçisi, Bella’dan sonraki denek kız ve koyun beyni takılmış General… Bella ise anatomi sınavına hazırlanıyor. Her şeyi gibi mutlu sonu da sürreal olan bu film, bir kadının yaşadıkları hakkında çok şey anlatıyor.
Kaynakça
Görsel Kaynakları:
Alıntılar: