Ölmek, ama gidememek: A Ghost Story
Baş rollerini Rooney Mara ve Casey Affleck'in paylaştığı, ve etrafta çarşafla gezen bir hayaletin trajedisi hakkında bir yazı.
Ne olduğunu hiç anlamadığınız bir anda öldüğünüzü düşünün. Ne oldu? Her şey bitti mi? Boşlukta mı süzülüyorsunuz? Zifiri bir karanlığın içinde misiniz? Yoksa sevdiklerinizin çevresinde dolaşırken mi görüyorsunuz ruhunuzu?
A Ghost Story filmi ölüm kavramının da ötesinde bizleri derin bir sorgulamaya itiyor. Zaman ve mekan algısını altüst eden, ağırlığını hissettiren bir senaryo sunuyor seyircisine. Başta ölmüş bir adamın hastane çarşafının içinde adeta bir hayalete dönüşmüş şekilde evinin içinde dolaşmasını, eşinin yas ve iyileşme sürecine tanıklık etmesini izlediğimizi sanıyoruz. Bu noktada konu bana biraz basit görünmüştü. Rooney Mara ve Casey Affleck'in başarılı oyunculuklarına rağmen filmin bu konuyla nereye varacağını anlamamıştım.
İzlemeye devam ettikçe verdiği hissiyatın da ağırlaştığı filmde anlıyoruz ki hayaletimiz öldüğünün farkında. Tek kelime dahi etmeden yalnızca eşini izliyor ve evden hiç ayrılmıyor. Belki de öldüğünü bilmesine rağmen özgürleşemiyor çünkü bir türlü tamamen ayrılamıyor evinden. Eşi dahil eve giren kimse tarafından görülmeyen, önemsiz biri gibi izliyor her şeyi.
Bir süre sonra eşinin başkalarıyla birlikte olmaya başlayıp kendisini unuttuğunu görüyoruz. Kısa bir süre sonra da evden taşınmaya karar vermesiyle hayaletimizin de onun peşinden gideceğini sanıyoruz, çünkü eşini takip etmek onun araftaki tek gayesi gibi gözükmekte, ancak hayaletimiz hayattayken birçok şeyin beklentisine girmiş biri gibi burada da eşini beklemekten asla vazgeçmiyor. Gitmek de istiyor, ama evini bırakamıyor. Bu sıkışmışlık onu sonsuz bir döngüye sokmakla kalmayıp bitmek bilmez bir işkenceye dönüşüyor zamanla. Bizim için de bir trajedinin simgesi haline geliyor.
Filmin en ilginç yanlarından biri de hastane çarşafının içinde gezen bu ruhun hisleri seyirciye konuşmadan geçirebiliyor olması. Yüzü bile olmayan, çocuk kitabından fırlamış gibi duran bu hayalet figürüyle bize bu denli ağır hisler geçirilebiliyor olması filmin en başarılı bulduğum yönlerinden biri diyebilirim. Hatta bir yerden sonra o kadar zaman geçiyor, o kadar insan gelip geçiyor ki evden, hayaletimiz kimi beklediğini bile unutuyor sanki. Sadece bekliyor. O bekledikçe seyirci için de zaman yavaşlıyor, gerçekliğini yitiriyor. Hep birlikte bekliyoruz.
Ev eskiyor, bekliyoruz.
Yıkılıyor, bekliyoruz.
Yerine yeni bir gökdelen inşa ediliyor, bekliyoruz.
Yetmiyor, zaman çizgisi adeta bir çember çizip en başa, evin inşasına ve sevgi dolu karı kocanın yuvalarına ilk taşındığı ana döndüğünde bile hayaletimizin onları izlediğini izliyor, beklemeye devam ediyoruz. İzledikçe zaman çöküyor, gerçekliğin birkaç katman daha altına iniyoruz sanki.
A Ghost Story insana beklemenin, ve en sonunda kim olduğunu dahi unutmanın verdiği yükle başa çıkmayı öğretiyor o zaman diyorsanız yine yanıldığınızı söyleyebilirim. Film, trajediyi bize olabilecek en sessiz yolla anlatırken yine aynı sessizlikle çıkıyor hayatımızdan.
Sonunda bizi bizle baş başa bırakırken, kısacık varoluşumuzun sancısıyla boş ekranı izletiyor insana. Bugün beklediğimiz çok şey var.
Yarın neyi bekleyeceğiz?
Filmde Casey Affleck'in karakterinin hayattayken yazdığı, aslında Dark Rooms'a ait olan ve beni çok etkileyen şarkıyı da buraya bırakmak istiyorum: https://www.youtube.com/watch?v=hd1lKblspYM