Öz ile Özgürlük Kervanına Yolculuk
Hakiki özgürlük nasıl mı elde edilir?
Günümüz dünyasında özgür kime denir? Herhangi bir kurala karşı çıkana ve düzene başkaldırana mı? Hayır tabi. Özgür olmanın şartlarını sağlamak için hangi eylemlerin bu kapasite içinde yer alındığını bilmek gerekir. Ön şart kişi kendini bilmeli, özünü tanımalı. Mesela bir kimse ayaklarının farkında değilse özünü bilmemiştir. Özünü bilmediğinden yürüme özgürlüğüne de sahip değildir. Bunun gibi örnekler öz ve benliklerimizi bilmeden özgür olamayacağımızı ve dahi bundan haberdar olamayabileceğimizi gösterir. Kendini bilmek ve tanımak insanoğluna verilmiş bana göre en önemli nimetlerden biridir. Bir makine düşünün herhangi bir iş yapabiliyor. İşin sebep-sonuçlarını irdeleyebiliyor. Ve de en önemlisi kendi varlığını idrak edip buna göre potansiyelinin sınırını ölçebiliyor. Çok muazzam değil mi! Benliğimiz işte böyle halis bir şey. Ama maalesef son birkaç asırdır taklidi özümüze tercih etmişiz. Kültür emperyalizmi bize ait olmayan özler yamalıyor. Bu özler bizlere özgürlük adı altında “Batı” uygarlığının bizlere sunduğu birer nimet olarak sunuluyor. Hâlbuki hakiki özgürlük bu değil. Her milletin kendine has bir kültürel bağımsızlığı olmalı. Bu bağımsızlığı zedeleyici yamalar ancak kendi özünü araştırarak öğrenerek ve uygulayarak yırtılabilir. Çünkü milletler kendi kabiliyet ve yeteneklerine –özüne- göre uygun bir mintan giymezse bu özgürlüğünü kısıtlar, dar veya bol gelir. Üstünde ukalaca durur. Kişiler de milletlere benzer. Farklılıklarda bereket olduğu aşikârdır. Taklitler tekdüzeliği getirir. İnsanların davranış biçimleri, giyimleri, konuşmaları ve dahi mimikleri benzeşmeye başlar. İnsanlar hakiki özünden ayrılır. Hareket kabiliyetleri sınırlanır. Bunları Kuzey Kore gibi otoriter devletlerin de yapmasına gerek yok. Beğeni-ayıplama konusunda öncü olabilecek, insanların “Başarmış bu!” diyebileceği bir düzine rol modeli piyasaya sürün. Ve belli bir süre değişimi gözlemleyin. Halk kendi isteğiyle hiçbir zorlama olmadan rol modelleri taklide başlayacaktır. Ve bunu abartarak etrafını zorbaca rol modellerin değer yargılarına göre ayıplayıp tenkit etmeye başlayacaktır. Bu durumda bu halka ne kadar özgür denebilir? Bu halkı silah yoluyla mı zapt etmek kolay olur yoksa özünden kopararak mı? Tabii ki hissettirmeden tereyağından kıl çeker gibi yeni özler yamalayarak. Bu toplumları inceleme fırsatını bulduğumuzda ise kendilerini bu gibi kültür bombardımanlarına karşı muhafaza edebilen kişiler ve küçük gruplar bulabiliriz. Bunlar ancak kendi özlerine yönelen ve özleriyle barışık hür kişilerdir. Bu kişiler taklitçi değillerdir. Özlerini çok iyi bilirler. Başkalarının beğenisi umurlarında olmaz. Tam bağımsız hayalleri ve hedefleri vardır. Bu kişilerin ilmen cahilleri kesimi bile özgür ruhlu ve fikirlidir. Lakin taklitçilik yapanların alimlerinin dahi hayalleri bağımsız değil. Fikirleri hür değildir. Bununla alakalı aklıma Yunus Emre’nin edebiyat dersinden aklımda kalan dörtlüğü gelir:
Medeniyetler gelişimlerini kendi özleri üzerine inşa ve ihya etmeye çalıştılar. Özlerine hayat verenlerin bir kimlikleri oldu. Hür oldular. Medeniyetleri etkilenmek bir yana başka medeniyetleri etkilediler. Kendi potansiyel ve güçlerinin farkındaydılar. Örneğin Orta Çağ İslam medeniyeti altın çağını yaşıyordu. Sebebi neydi peki? Sebebi ne güçtü ne de altındı. Esas sebebi özünü bilen toplum, potansiyelinin ışığında özgürleşen beyinler, hür fikirler, yapabileceğine olan inanç ve sonunda hareket idi. Bunu şimdiki Müslümanlar niye yapamıyoruz? Çünkü özümüzden uzaklaştırılmışız. Özümüzü yanlış biliyoruz. Bize evrensel değerler kisvesi altında rol modeller sunmuşlar. Biz kendi isteğimizle yamaları kabullenmişiz. Oysaki bizler 1400 senedir özümüzü kaybetmeyelim diye başta Bedir’de olmak üzere en sonunda Kurtuluş Savaşı’nda canla başla savaşan dedelerin torunları değil miyiz? Bizler özgürlüğü yeme-içmeden daha önemli gören babaların evlatları değil miyiz?
İstiklal Şairi merhum Mehmet Akif ne güzel haykırmış dedelerimizin özgürlük hassasiyetlerini. Peki, biz torunları olarak kafamızdaki zincirleri kırabildik mi? Ne zaman kıracağız? Belki de biz altın kafesinden memnun birer tutsak bülbülüzdür. Başka normları kendi normali edinen birer Müslüman. “Bizler yapamayız”, “biz kimiz ki?” diyen özgüvensiz aşağılık kompleksi olan. Aşılması gereken onca şeyden sadece birkaçını saydım. Bunlar özümüzü bilmediğimizden dolayı özgürlüğümüze ket vuran birer zincir değiller mi? Hani bir söz vardı ya “Bizi yapabilecekken yapamadıklarımız en çok yaraladı.” Bu durumda yapamadıklarımız beyinlerimizin tutsaklığından dolayı değil midir? Bu tutsaklığı milletçe, ümmetçe gidermeye muktedir değil miyiz? Tabii ki de muktediriz yeter ki özümüzü bilelim ve buna göre özgürleşelim.
Öz ve özgürlük ilişkisini canlının sinir sistemiyle de benzetebilirim. Herhangi bir acı duymamızı sağlayan şey nöronlardır. Sinir sisteminin temel güdüsü kendi sınırında var olmak, bilmek ve kendisine yapılan baskı ve uyarılara karşı beyne uyarı gönderip gerekli cevabı en kısa sürede oluşturmaktır. Bunların yanında ise kendi sınırı dâhilinde beyinden gelen istekleri de cevaplar. Bir de omurilik gibi belli uyarılara karşı hazır cevaplar depolayan bir sinir ağı da vardır. Yani bunlar öğrenilmiş uyarılardır. Beyinden gelen uyarıları idrak etmesi, yorumlayıp cevap oluşturması; bunun yanında omuriliğin de kültür gibi yaşanmışlıklardan tecrübe oluşturmasıyla insana kendi özünü bilerek hareket özgürlüğü sağlar. Bu örnek, insanın özünü bilmesine olan temel ihtiyacı gösterir. Hareket bağımsızlığı ise ancak bu şartın gerçekleşmesiyle sağlanabilir.
İnsanın en büyük uğraşı kendisi ve toplumu olmalıdır. Tüm değişimler öncelikle bireyin kendisinden başlar. Akıllı kişiler ancak kendisini bilen ve farkında olan kişilerdir. Bundan dolayıdır dervişler hep sükûnet sahibidirler. Kendilerini keşfetmekten gayri emelleri yoktur. Onlarınki özgür bir biçimde öze bir yolculuk deyim yerindeyse. Dervişler bu sayede Allah’a daha samimiyetle inanacaklarını düşünürler.
Günümüzde ise akın akın özden kopuşlar sürüyor. İnsanlarımız özgür olacağı gayesi ile Batı ülkelerine iltica ediyor. Şuanda pek sıkıntı yaşamayan kişiler ve çocukları ilerleyen on yıllarda özünü ve daha sonra maalesef özgürlüğünü kaybedecektir. Kendi özüne yabancı toplumun özgürlüğüyle kısıtlanmış asimile olmuş yığınlar. Bunun için yeniden büyük bir dirilişi meydana getirmeliyiz. Öyle bir diriliş ki çağları aşabilmeli. İnsanımıza özgüven, cesaret ve öze uygun özgürce bir feraset aşılamalı. Kabından memnun olan değil, Kabını yırtıp atan nesiller. Üstat Necip Fazıl’ın da deyimiyle “Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!” mısralarında olduğu gibi bir yol inşa etmemiz gerekir. Yolun gayesi, özünü bilen özgür bir toplum inşasına rehber olmaktır. Hülasa bir yansıma değil ışığın ta kendisi olmaktır. Bağımsızlık için özümüzü bilmek, idrak etmek ve aklen, fikren ve vicdanen özgürleşmek gerekmektedir. Ve nihayetinde denememin başlığında da olduğu gibi özün aracılığıyla bir yer değil bir süreç olan özgürlüğün yolculuğuna iştirak edebilecek özgünlükte olmak yöntem olmalıdır.