Öz Ve Öteki Arasında Sıkışmış Kadınlar

Toplumsal normlarımıza dayanan “gerçeklerimize” ve ötekiyi ifade ediş biçimlerimize sanatsal bir şekilde değinmek.

Eskişehir Odunpazarı’nda bulunan Odunpazarı Modern Müzesi Erol Tabanca tarafından hayata geçirilerek 7 Eylül 2019 tarihinde açılmış. Japon asıllı mimar ve profesör olan Kengo Kuma tarafından şehrin mimarisi ve dokuları incelenerek ve Odunpazarı Evleri’nden ilham alınarak, Japon mimarisi ile harmanlanıp hayata geçirilmiş. Renkler o kadar dingin ve güzel ki, kendinizi çok huzurlu ve ferah bir ortamda bulmak sizi mutlu hissettirecek. Belirli aralıklarla sergileri yenilenen OMM’un bütün sergileri görmeye değer. Düzenli olarak takip ederseniz hepsini görebilme şansına sahip olursunuz. Tabii OMM sadece sergileri barındıran bir yer değil. İçinde alışveriş yapabileceğiniz bir hediyelik eşya dükkânı, kafe, restoran ve butik otel barındırıyor. Bu yüzden kompleks bir yapı diyebiliriz. 

Bugün sizlerle inceleyeceğimiz sergi “Maziye Bakma Mevzu Derin” sergisi. Odunpazarı Modern Müze’si “Maziye Bakma Mevzu Derin” adlı karma sergisi 10 Aralık 2021- 11 Eylül 2022 tarihleri arasında sanatseverlere sunulmaya devam edecek. Tam tamına 31 farklı sanatçının eserlerini içeren bu sergi kesinlikle görülmeye değer. Konu çok içimizden ve parmak basılması gereken yerlere çok güzel değinilmiş ve sanatla harika bir şekilde harmanlanmış. Serginin konusu toplumda ötekileştiren kadınlar. Sergimiz toplamda 3 kattan oluşmakta. Biz ise gezimize ilk olarak en üst yani 3. Kattan başlıyoruz. Bu katta serginin tam olarak konusunu yansıtan eserler yer alıyor.

Hasan Özgür Top “Biz Birbirimizi Biliriz”

İlk eser ve benim favori eserimden bir tanesi olan Hasan Özgür Top’un “Biz Birbirimizi Biliriz” eseri. Hasan Özgür Top bu eserinde 80’li yılların arabesk kültürü denilince akla gelen isimleri toplumsal normlar üzerinden eleştiriyor. Kadının yerini erkeklerin aldığı bir fotoğraf görüyoruz. Dönemin en bilindik isimlerinden olan İbrahim Tatlıses’i kendisiyle “baş başa” bırakmış. Türkiye’de maalesef en fazla ötekileştirilen şeylerin çok büyük bir kısmını kadınlar oluşturuyor. Bu eserde kadına biçilen rolleri eleştiren bir tutumla karşı karşıyayız. Bu muazzam derecede ironik “rol değişimi” eserlerinin en dikkat çekeni de İbrahim Tatlıses olmuş. Afişte karşısında bulunan kadının yerine İbrahim Tatlıses’in kendisini koyarak baş başa bırakmak hem homo erotikleştirilmiş hem de kadın-erkek rollerini yerle bir etmiş. 

Aynı zamanda Zeyno Pekünlü’nün eserinde de bu tarz bir esinti ile karşı karşıyayız. Penkünlü 1950-1980 yılları arasındaki Yeşilçam filmlerinden alınan sahneleri derlemiş. Derlenen sahnelerde sadece erkekler var. Kadının olmadığı sahnelerde acaba erkekler nasıl görünürdü merakı üzerinden ilerletilen bu eserde “erkek erkeğe” oynanan sahneler özenle toplanıp montajlanmış. Asla ağza alınamayan, söylenemeyen fakat derinlerde bir yerlerde var olduğunu bildiğimiz eşcinsellik ve homo erotizmi bizlere bu şekilde aktarmış. Bu eserlere bakarken bende uyandırdığı hisler açıkçası ilk başta çok dikkatimi çekti ve beni güldürdü. Sonrasında ise gerçekten daha önceden düşündüğüm ve kafa yorduğum konular olduğunu fark ettim. Bize çok farklı, komik ya da ilgi çekici geliyor çünkü toplumda tabu olan şeyler bunlar. Görmeye alışık olmadığımız şeyleri çok bilindik simalar üzerinden görmek tabii ki de komik geliyor bizlere ama içerdiği anlam cidden derin. Yüzyıllardır içinde yaşadığımız bu toplumda kadınlar her daim ötekileştiren kesim oldu maalesef. Bu eserleri incelerken gerçekten kadınlara atfedilen rollere, yüklenen anlamlara öfke duyacaksınız. Aslında bunların hep içinde yaşıyoruz ve bazen belki de göz ardı ediyoruz farkında olmadan. Bu eserler bence farkındalığımızı biraz daha arttıracak ve toplum önündeki “kadın” rolüne biçilen anlamları daha iyi fark ederek bu anlamları yok etmek için çaba sarf edeceğiz.

Sinan Tuncay “El Bagajım Var”

Bir diğer favori eserim ise Sinan Tuncay’ın El Bagajım Var” adlı eseri. Bu eserde 90’lı yıllarda popüler olmuş ve gazete eklerinde verilen karton bebeklere değiniyor. Gazeteden çıkan o karton bebeklerin yanlarında da birkaç çeşit kıyafet verilirdi fakat hepsi tek tip ve sınırlı sayıda olurdu. Aslında kâğıt figürlere giydirilmek üzere kesilmeyi bekleyen aksesuarlar, saç ve kostüm gibi ögeler bile toplumsal cinsiyet ifadesine ve buna bağlı kimliklere ait çağrışımlar yapmakta. Eser, doğup büyüdüğümüz toprakların bir parçası olduğumuz toplumun bir uzantısı olarak belli rolleri giyindiğimize işaret ediyor. Yıllardır belirli şeylere biçilen kalıplar ve rolleri belki de bu eserde fark ediyoruz. Sanatçı, izleyiciyi toplum tarafından dayatılan cinsiyete ve bunun dışavurumuna dair kategorilerle yüz yüze getirirken, el bagajının içindekilerle yeni bir ifade alanını da keşfe davet ediyor bizi. Bu eser gerçekten çok iyi düşünülmüş ve bence toplum tabularını tam olarak yansıtan bir eser. Bizlere dayatılan roller çocuk oyuncaklarında bile ortaya çıkıyor. O karton bebeklerin kıyafetleri genelde çok sınırlı çeşitte oluyordu. Sadece belirli renkte ve belirli görünüme sahip kıyafetler giydirebiliyorduk. Bize bunlardan ibaret olmadığımızı hissettiriyor. Herkes tek tip ve tek renk olmak zorunda değil. Özellikle kız çocuklara sunulan kâğıt bebek oyuncağında, bir yanda herkes tarafından giyilmesi yani olması gerekeni beklenen yer alırken diğer yanda ise arzulanan ve aslında giydirilmek istenen kıyafet, kostüm ve aksesuarların bu eserde yer verilmesi bana “evet işte olması gereken bu” dedirtti. Öz ve öteki arasında sıkıştırılmaya mahkûm olan kız çocukları adına yapılan bu muhteşem eser umarım bizlere güzel farkındalıklar kazandırmıştır.


Pınar Yolaçan “Yılan Kadın”

Sonuncu favori eserim olarak da Pınar Yolaçan’ın “Yılan Kadın” adlı video eseri bulunuyor. Pınar Yolaçan eserlerinde sıkça mitolojik varlıklardan yola çıkarak hikayeler oluşturuyor. Burada da hepimizin aşina olduğu, bu coğrafyaya ait bir mitolojik karakter olan Şahmeran’ı görüyoruz. Şahmeran bir erkek tarafından ihanete uğruyor ve daha sonrasında öldürülüyor. Yolaçan ise Şahmeran’dan yola çıkarak binlerce yıldır kadınlara atfedilen bütün kötü kavramları yani: kadın oynaktır, kadın böyle yapar, şöyle yapmaz gibi söylemleri aslında bu eserle aktarıyor bizlere. Bir kadının üzerine Şahmeran’ın görünümünden alınan desenlerden oluşan kıyafet giydirilerek bir performansa dönüştürmüş. Aslında göbek dansı olarak adlandırılan, Hint dansı ve Afrika dansları gibi Batılı olmayan ve antikçağda birer tapınma ritüeli olan dans formu şu an kadın üzerine atfedilen bir göbek dansı halini almıştır. Ortadoğu ve Mısır’da köklü bir tarihe sahip olan göbek dansı egzotikleştirilerek bir eğlence aracına indirgenmiştir. "Oryantal Didem" olarak bilinen Didem Kınalı'ın, karın hareketleri ve titremelerden oluşan koreografisi solo ritim eşliğinde bizlere aktarılmış. Bu senkronize figürler, ışığın kostüme yansımasıyla duyusal ve meditatif bir etki kazandırılmış. Öyle ki esere bakmaktan kendimi alamadım. Müzik, renklerin seçimi ve dans adeta kendisini içine çekiyor ve bu manidar gönderme de akıllara kazınıyor. Zamanında bir tapınma ritüeli olan göbek dansının günümüzde yine kadınların üzerine “eğlence aracı” olarak yıkılması ve anlamının da yavaş yavaş basitleştirilmesi çok fazla karmaşık hisler uyandırdı bende. İçi dolu ve bir anlam ifade eden bu kavramların içlerinin ataerkil toplum tarafından boşaltılması içler acısı.


Serginin adına da aslında “Mevzuya bakma mazi derin” diyerek tersten de bakmak yanlış olmaz. İçimizi yakan sorunların gerçekten köklerimizle sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve ne kadar derinlerde saklı olduğunu hissettim. Bu nedenle sergide yer alan değerli sanatçıların eserlerinde toplumumuza ait gelenek ve göreneklere yüzyıllar boyunca değişmeyen ve neredeyse değişmemeye yeminli alışkanlıklara, tabulara ve davranışlara bu şekilde değinilmesi tam yerini bulan bir anlam kazandırıyor. Yani, çok önemli ve dikkat çekilmesi gereken bir konu seçilmiş. Şiddetle herkesin gelip görmesini istediğim bir sergi. Toplumsal cinsiyet eşitliğini, ötekileştirmeyi çok güzel gözler önüne sererek insanların sorgulaması gereken yerlere dikkat çekmişler. Geçmişten günümüze kadar gelen süreçte bireylerin üzerine yapışan, onlara atfedilen, kısacası toplumsal normlarımıza dayanan “gerçeklerimize” ve ötekiyi ifade ediş biçimlerimize sanatsal bir şekilde değinmeleri açıkçası benim farkındalığımı son derece arttırdı. Bizler kolektif hafızanın bir parçası olarak var oluşunu devam ettirirken sakladığımız fakat bazen açıkça beyan ettiğimiz tutumların nasıl şekillendiğini burada apaçık görüyoruz. Tabu, özgürlük gibi kavramların sosyal düzen ve bu düzenin ritüelleri üzerinden sanatseverlere aktarılıyor. Eserler, parça ve bütün, birey ve toplum arasındaki sistematik ilişkiyi betimleyerek, insanın kaçınılmaz olan ait olma, uyum sağlama, kabul görme arzusu ve meydan okuma hallerini araştırıyor. Kökleri maziye dayanan kutuplaşma ve çatışma halindeki görüşlerin yarattığı “kişisel ve toplumsal çatışma”nın incelendiği sergide, eserler aynı zamanda teknolojik ve geleneksel imgeler üzerine yeniden inşa edilerek ortak paydasında buluşması sağlanıyor. Mazinin kör kuyularında bir gezintiye çıkarken bireysel ve kolektif bilincimin arasındaki farklı ve kompleks bağları keşfedip onları sorgulamama sebep oldu. Toplumun bizlere atfettiği normları, rolleri, etiketleri tam tersi bir şekilde eleştiren, irdeleyen sanat eserleri bizleri biraz da olsa durup bir düşündürttü. “Acaba?” ile başlayan sorulara, alternatif hayatlar hakkında meraklanmama ve aydınlanma yolunda yepyeni kapılar açtığını hissettim ve bu yolculuktan çok keyif aldım. Ele alınan ve değinilen konular cidden hem derin hem de içimizden. Yani, trajik ama bir o kadar komik, karmakarışık, gerçek ama bir o kadar hüzünlü. Yaşadığımız topraklarda ne yazık ki her geçen gün daha da fazla acı yaşamaya mahkûm bırakılıyoruz. Sadece kadınların değil, erkeklere de yüklenilen ve onları bu acımasız yüklerle ortada bırakan toplumsal sıfatların arasında yaşanılan çaresizlikler bizim en büyük acılarımız. Kapitalist ve tüketim odaklı toplumun bizlere dayattığı “moda” kavramı ve güzellik algısı, bizleri öz kimliklerimizden ayırarak ötekileştirdi. “Maziye Bakma Mevzu Derin” tüm acılarımızı ve yaralarımızı asla unutmamız ve onlardan ders çıkarmamız için tekrar tekrar kanatırken bir yandan da her eserde acısını hissettiğim köklü köksüzlüğü, yaşanılan o güvensizlik duygusunu hafifletmek belki de o kanayan yarayı bir yandan da kapatmak için anlaşıldığımızı ve yalnız olmadığımızı bizlere bildiriyor. Son olarak Şükran Moral’ın sözleriyle sizlere veda ediyorum: