Özgürlüğe Doğru: "Dead Poets Society" Film Yorumlaması

Ölü Ozanlar Derneği'ni bana hissettirdikleri üzerinden yorumluyorum.

Bazı filmlerin yalnızlık aradığına inanıyorum. İnsanın kendisinden parçalar bulacağını düşündüğüm, fark ettiklerini sindirmesi için zamana ihtiyacı olacağına inandığım filmlerden bahsediyorum. Dead Poets Society, Aftersun, Good Will Hunting veya Perfect Days gibi. Doğrudan bir yaşanmışlığa hitap eden senaryoların duygusal bir boşalım sonucu ruhsal bir rahatlama sağlayacağını sanıyorum. İnsanın belki yıllar içerisinde biriktirmekten kamburunun çıktığı yüklere rastlayacağını, yalnız olmadığını hissedeceğini ve belki de bir arayış içerisinde olduğu senelerin, düştüğü umutsuzlukların sonunda asıl anlamını keşfederek hikayesini başlatacağını düşünüyorum. Ben, henüz bu denli bir aydınlanma yaşamış olmasam da bahsi geçen filmlerin etkisiyle bazı meselelere birer adım daha yaklaşmış hissettiğimi söyleyebilirim. Dead Poets Society, son derece kültleşmiş; bazılarının kitabını okuduğu, çoğunluğun ise filmini izlediği bir dram filmi olarak anılırken; ben yaşamın her anına dair umut vadeden bir yapıt olarak anılması konusunda ısrar ediyorum. Filmimiz, 1959 Vermont’unda muhafazakâr bir yatılı okul olan Welton Academy’de geçiyor. Akademiye sıkı bir eğitim almak üzere gönderilmiş öğrencilerin yeni bir edebiyat öğretmeni ile yollarının kesişmesi sonucunda hayatın şiir, müzik, resim, aşk ve nicesiyle ilham bulabileceği konusu en açık haliyle tartışılageliyor.

Filmde beni etkileyen ilk sahne, öğrencilerin cam vitrinde sergilenmekte olan eski mezunların topluca çekilmiş fotoğraflarına bakarken, her birinin yüzüne oturmuş yorgun edayı fark ettikleri andı. O sırada edebiyat öğretmenleri John Keating, öğrenciler arasında fısıldadıklarıyla fotoğraftaki ifadelere dikkat çekiyor ve her birinin farklı açılardan ele alınmasını sağlıyordu. Geçmişi bizzat konuşturabildiğini ve simalarında yatan o salt acıyı en yalın haliyle aktarabildiğini hissettim. Bu sahne, hayata dair zihinlerinde yer etmiş fikirlerin değişime uğrayacağına dair yapılan ilk vurguydu. O heyecan dolu uyanışı bir kez tatmalarının ardından, benliklerini keşfetmek üzere aksiyon alacakları zamanlar da yakındı. Bir diğer sahne, Mr. Keating'in öğrenci olduğu zamanlarda kendisi gibi romantik arkadaşlarıyla bir araya gelerek düzenledikleri toplantılardan, bu esnada okudukları şiirlerle yaşamı derinliğiyle kabul etmekten ve hayatın tüm iliğini emmeye dair arzularından bahsettiği bölümün hemen ardından geliyordu.

Öğretmenlerinin yıllığında yazan "Ölü Ozanlar Derneği" ibaresinin ne anlama geldiğini keşfeden grubun, okula yakın bir Kızılderili mağarasında toplanmaya karar verdikleri günün akşamında, derneğin manifestosunu okuyacakları satırların yazılı olduğu bir kitap ile ormana doğru koşturmaları çok metaforikti. Bu koşuşturmada saklı olan heyecan, herkesin dönem dönem ihtiyaç duyduğu şefkatli bir kucaklaşmayı anımsattı. Büyükçe bir sıcaklığı içerisinde barındırdığını hissettiğim bir duygu yumağı gizleniyordu orada. Öylesine coşkulu ve derin... Okulu arkalarında bırakarak uzaklaşıyorlar, özgürlüklerine doğru büyük bir adım atıyorlardı. Anı yaşamayı benimseyerek toplantı açılışını, Thoreau'dan alıntıladıkları "ormanın büyüsünde kaybolma" düşüncesi içinde gerçekleştiriyorlardı. Bu sahneyi izlememin akabinde, insanın doğa ile kurduğu bağlantı sonucunda hayata dair nadide sırları keşfedebileceğini ve sanata dair salt ilhamı buralardan edinebileceğini çok düşündüm: Kışın sessizliği, sonbaharın çıtırtısı, ilkbaharın rengi, yazın tuzlu havası... Doğanın her yıl belli bir döngüyü takip ederek birbirinden farklı güzellikleri kendi bünyesinden meydana getirmesi, öğrencilerin sessizliklerini haykırmaları için bir teşvik aracı olmaya başlıyordu. Tüm bunlarla hemhal olan Ölü Ozanlar Derneği, artık iliklerine kadar yaşadığını hissediyor; sergilediği korkusuz duruşuyla içinde yatan kızgın heyecana kulak vermekten çekinmediğini seyircisine aktarıyordu...