Peyami Safa - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
“Herkes yalandan nefret eder ve yalan söyler.”
Peyami Safa, 2 Nisan 1899 tarihinde İstanbul’un Gedikpaşa semtinde doğmuştur. Peyami ismi, Tevfik Fikret tarafından konulmuştur. Babası Trabzon’un köklü ailelerinden gelmektedir. Peyami henüz iki yaşındayken Sivas’a sürgün edilen babasını kaybetmiştir. Hayatının geri kalanını ise kardeşi ve annesiyle birlikte zor şartlar altında geçirmeye çalışmıştır. Bu sıkıntılarına birde Peyami’nin hastalığı eklenir. Henüz ilköğrenimine devam ederken sağ kolunda kemik veremi ortaya çıkmıştır.
Yoksulluk ve hastalık içinde geçen hayatı yüzünden iyi bir eğitim alamayan Peyami, kendisini çok küçük yaşta hasta bakıcıların, doktorların, ağır ilaç kokularının arasında bulmuştur. Doktorlar kolunun kesilmesi gerektiğini söyler fakat Peyami buna müsaade etmemiştir. 17 yaşına kadar hayatı hastane koridorlarında geçmiştir. Geçirdiği bu sıkıntılı yıllar üzerine ise “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı eserini yazar. Bu eserde o yıllara ait izlenimleri bulunuyordu.
1910 yılında başladığı Vefa İdadisi’ni hastalığı ve ailesinin yoksulluğu yüzünden bırakmak zorunda kalır. Abdullah Cevdet tarafından kendisine hediye edilen sözlük sayesinde Fransızcayı öğrenip ilerletir. Bu süreçte psikoloji, tıp ve felsefe alanındaki kitaplara da ilgi duymaya başlar. Tiyatro eğitimi almak ister ancak geçim sıkıntıları yüzünden bu isteğini hayata geçiremez.
Peyami Safa, zor şartlar altında yetişmesine rağmen kendi kendini geliştirmeyi başarmış bir insandır. Hem ailesinin geçimini sağlamış, hem de kendisini kültürlü bir birey haline getirmek için çalışmıştır. Güçlü bir fikir adamıdır. Kendi görüşlerini ve bağlı olduğu milletin değerlerini inançla şiddetli bir şekilde savunmaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. O, makalelerinde fikirlerini sağlam bir şekilde örmüştür. Roman ve hikâyelerinde ise olaydan ziyade tahlile yer vermiştir.
Peyami Safa, tahlillerinde oldukça başarılıdır. Tahlil romancısı olarak tanınmaktadır. Kişilerin ve eşyaların çözümlemesini psikolojik bir bakış açısı içerisinde yapar. O, toplumun ahlaki çöküşünü, iç çatışmayı da romanlarında ele alır. Romanlarını ustaca yazar. Her romanında farklı teknikler dener. Onun için romandaki olayın gerçek olup olmadığı önemli değildir. Önemli olan roman kahramanlarının ruh ve düşüncesini gerçekçi bir şekilde anlatabilmektir.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, hatıra defteri şeklinde yazılmıştır. Roman, altı ana bölümden oluşmaktadır. Her bölüm kendi içindeki konuyla ilgili başlıklar altında yazılmıştır. Romanın olay örgüsü genel itibari ile üç grupta toplanabilir:
1) Romanın ilk sayfasından romanın üçüncü bölümündeki “Beni Karşılayan Sükût” adlı bölüme kadardır.
1.bölüm: Romanın ilk bölümünde çocuğun bacağı ile yaşam mücadelesi vermesi anlatılır. Hastaneye sargı bezini söktürmek için gider. Burada çocuk, diğer hasta çocukları ve hastanenin onun üzerinde bıraktığı duyguları anlatır:
“Karanlık koridor… Koridorun sonlarında, görünmeden açılıp kapanan bir kapının gıcırtısı. Muşambalara sürtünen bir ayak sesi.”
Hastanenin bahçesinde gezer, etrafı gözlemler. Bu bahçe hastaneye girerken bir başka gözükür hasta için. Hastaneden çıkarken de farklı duygular ile bakar bir hasta bu bahçeye.
2.bölüm: Çocuk hastalığı ile uğraşırken Nüzhet’e olan aşkı da günyüzüne çıkar. Nüzhet’in aşkı üçüncü bölüme yaklaştıkça artmaya başlar. Artık ona karşı koyamayacak duruma gelir. Nüzhet’in kendisi için neredeyse imkânsız bir insan olduğunu bilir ama yine de onu sevmekten vazgeçemez. Bu aşkın imkânsız olmasının başlıca sebeplerinden biri ise aralarındaki yaş farkıdır. Hasta çocuk, Nüzhet’ten küçüktür. Yaşları dışındaki engeller ise ferdi ve ailevi farklılıklardır. Kız zengin, oğlan yoksuldur. Kız sağlıklı, oğlan hastadır. Çocuğun Nüzhet’e karşı aşkı arttıkça bu aşkın önüne engeller de çıkmaya başlar.
2) “Beni Karşılayan Sükût” adlı bölümden “Kozmopolitlerin Hücumu” adlı bölüme kadardır. Yani yaklaşık beşinci bölüme kadar yaşanan olayları kapsamaktadır.
Hasta çocuk için bir rakip çıkmıştır. Bu, Doktor Ragıp’tır. Ragıp, Nüzhet ile arasındaki bağın seyrini değiştiren kişidir. Ragıp’ın ortaya çıkması ile olay örgüsü de tamamen seyrini değiştirmiştir.
Bu bölümde önce Nüzhet’in yalanı, daha sonra ise Nüzhet ve Nüzhet’in annesi arasındaki hastalık hakkındaki konuşma olayların seyrini iyice değiştirir. İsteyerek geldiği Erenköy’deki bu köşk artık onun için kaçılması gereken bir mekân durumuna gelmiştir. Bu konuşma üzerine, o akşam yenilen akşam yemeğinde Paşa ile düşünce ayrılığı da yaşamıştır. Bu olay, Paşa ile çocuğun arasına soğukluk getirmiştir.
3) “Kozmopolitlerin Hücumu” adlı bölümden romanın sonuna kadar olan kısımdır. Bu kısımda hasta çocuk, annesi ile birlikte köşkü terk edip evlerine dönmüşlerdir. Çocuk, yine bacağı ile tek başına kalmıştır. Çocuğun bacağı gittikçe kötüleşmektedir. Doktorlar bacağının kesilmesi gerektiğini söyler. Çocuk fenalaşır ancak kabul etmek zorunda kalır. Mithat Bey ise çocuğun hastaneye gittiği vakitler ona eşlik eder. Ameliyat için çocuğu Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki boşalan odaya yatırırlar. Sürekli Nüzhet’i sayıklar. Nihayet ameliyat günü gelir ve bacağı kurtulur. Ancak Nüzhet ile Ragıp’ın evlenmesi üzerine artık hasta olan yanı kalbi olacaktır.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romandaki asıl kişiler Hasta Çocuk ve Nüzhet’tir. Bunlar dışındakiler ise hasta çocuğun annesi, Doktor Ragıp, yenge, Nurefşan ve Doktor Mithat Bey’dir.
Romanın başkahramanı hasta çocuktur. Romanda adından söz edilmemektedir. Hasta çocuk 15 yaşındadır. Annesi ile yalnız yaşamaktadır. Sol dizinde bilinmeyen bir hastalık vardır. 8 yaşından beri bu hastalığı çekmektedir. İki kez dizinden ameliyat olan bu çocuk sıradaki ameliyatına hazırlanmaktadır. Hastaneye tek başına gider. Bu hastalık ve yalnızlık onu derinden yaralamaktadır. Çektiği acılar onu olduğundan büyük bir insan gücüne ulaştırmıştır. Artık o yaşının insanı değildir. O yalnızca kederin ve talihsizliğin ele geçirdiği bir hastadır.
“Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki…”
Bu roman, kahramanın ağzından anlatılan “ben” merkezli bir romandır. Anlatıcının yani kahramanın adı bilinmektedir. Hasta çocuk olarak geçmektedir.
Mekân, başkahramanın kimliğini yönlendiren ve ruhsal dalgalanmalarında rol oynayan işleve sahiptir. Romanda dış mekân İstanbul’dur. Romanda olaylar ise üç farklı mekânda yaşanır. İlk mekân hastanedir. Burası hasta çocuğun gözünden, karanlık, sessiz, ne koktuğu anlaşılmayan, yüksek duvarlara sahip bir binadır. Muayene odası ise karanlıklar içindeki koridordan sonra girilen bembeyaz bir odadır.
Diğer mekân çocuğun yaşadığı evdir. Bu ev kenar mahallelerden birindeydi. Evin sofası onun için farklı anlam taşımaktadır:
“Bu sofa yaşlı bir insan yüzü gibidir. Evimizin bütün ruhu, kederleri ve neşesi orada görünür, her günün hadiseleri tavana, duvarlar, döşemeye bir leke, bir çizgi, bir buruşuk ve bazen de ancak bizim görebileceğimiz gizli bir işaret ilave eder.”
Üçüncü mekân ise Erenköy’deki köşktür. Burası Paşa’nın evidir. İçinde ise sevdiği kız Nüzhet yaşar. Çocuğun severek gittiği bir yerdir. Burası onun için huzurun ve mutluluğun simgesidir. Ancak roman sonlarına doğru yaşanan olaylar yüzünden bu köşk ona sıkıcı gelmeye başlar.
Mekânların hepsinin kapalı alanlar olmasının da bir sebebi vardır. Bu sebep, çocuğun hastalığının bir türlü geçmemesi ve hastalığının ne olduğunun bilinmemesinin getirdiği karamsarlık duygusudur. Bu karamsarlık çocuğa mutsuzluk getirir. Kapalı mekân seçimi ise çocuğun ruh halinin birer yansımasıdır. Açık olan bir mekân vardır, o da hastane bahçesidir. Hastane bahçesi ise çocuğun umudunun yansımasıdır:
“Bahçe. Parlak bahar güneşi. İçerinin renklerinden ve kokusundan birdenbire ayrılan tatlı bir parlaklık, çamların yeşili ve taze bir tabiat kokusu.”
Ara mekânlar ise sokak, deniz, hastane koridoru, hastane bahçesi gibi mekânlardır.
Romanda mekânlar sübjektif bir şekilde anlatılmıştır. Buradaki maksat çocuğun ruh halini yansıtabilmektir. Mekân unsurlarının açıkça ön plana geçmesinin sebebi de yine çocuğun ruhsal bunalımlarını aksetmektir. Genel itibarıyla çocuk, ev-hastane-köşk arasında gidip gelmektedir.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı, muhtevası, yapısı ve üslubu bakımından son derece uyumlu romandır. Kısa süren olaylar kısa bir şekilde anlatılmıştır. Gereksiz tasvirlere yer verilmemiştir. Her kısımda hasta çocuğun dikkati farklı bir nesneye yoğunlaşmıştır. Romanda cümleler hasta psikolojisine uygun bir şekilde eksik ya da kopuk olarak verilmiştir:
“Arkamdan bir şehir kaçıyor. Dizlerimde bir kerpeten. Hastalık ve tabiat. Çamların arasında beyazlıklar. Bünye!”
Romanın genel üslubuna bakacak olursak, roman tamamıyla tezatlar üzerine kurulmuştur diyebiliriz. En büyük tezatlık ise hasta çocuk ve Nüzhet arasındaki aşktır. Daha doğrusu hasta çocuğun Nüzhet’e duyduğu aşktır. Bu aşkın doğmasına sebep olan en önemli unsur ise aslında bu zıtlıklardır:
“Benden yaşça büyük olduğu halde, onun küçükken bebekleriyle oynamasını, ben, istihfafla seyrederdim… Ben ondan evvel, ruhen çocukluktan çıktım, daha evvel ciddileştim. O hala çocuktu. (Fakat bu da benim hoşuma gidiyordu.)Kendimde kaybettiğim şeyleri onda buluyordum. Fakat bütün bunları arkadaş hissi sanıyordum.”