Rüyalar, Duvarlar ve Pikseller: Sanat Neyi Görmemizi Sağlar?
Bir çığlık, bir fısıltı, bir glitch...
Tarih, çoğu zaman kralların, savaşların ve zaferlerin anlatısı olarak karşımıza çıkar. Ne var ki bu görkemli anlatıların gerisinde, bir toplumun gerçek nabzı; tuvale yansıyan renklerde, müziğin tınısında ve sözcüklerin arasında gizlice atar. Çünkü sanat, yalnızca estetik bir arayış değil; aynı zamanda insanlığın en temel varoluşsal sorularına verilen sezgisel ve derinlikli bir yanıttır.
İşte bu yüzden, bir toplumun kırıldığı, sarsıldığı, yeniden düşünmeye zorlandığı her anda sanatçılar yalnızca tanıklık eden figürler olmaktan çıkar. Onlar, zamanın ruhunu kuran, düşünceye yön veren, toplumsal hafızayı şekillendiren aktörlere dönüşür. Sanatın devrimci yüzleri tam da burada belirir: susturulmuşların sesi, görünmezlerin temsili, düşüncenin en uç sınırlarında gezinen yaratıcı bir meydan okuma olarak.
Sanat, bu yönüyle sadece bir ifade biçimi değil; aynı zamanda bir direniş hattı, bir varoluş biçimi, bir yeniden kurma eylemidir. Gelin, bu bağlantıyı daha iyi kavrayabilmek için tarihin tozlu sayfalarında kısa bir yolculuğa çıkalım.
Dada’nın Kaosu
1916 yılında, I. Dünya Savaşı’nın tam ortasında, Avrupa yanarken, Zürih’te küçük bir mekanda tarihin en radikal sanat doğumlarından biri gerçekleşiyordu: Cabaret Voltaire.
Bu mekan, yalnızca bir kafe değil; aklın sınırlarını zorlayan, geleneksel sanatın temellerini sarsan bir hareketin, Dadaizmin beşiği oldu. Hugo Ball, Tristan Tzara, Emmy Hennings ve Hans Arp gibi isimler, savaşın kendisini durduramayacaklarını biliyorlardı; ama bu savaşı mümkün kılan aklı, o aklın sanat, kültür ve dil üzerindeki otoritesini sarsabileceklerine inanıyorlardı. Ve bunu doğrudan sanat aracılığıyla yapmayı seçtiler. Çünkü onlara göre, aklın çürüttüğü bir dünyada mantıklı sanat susmalıydı; yerine, absürt, parçalı, rastlantısal ve isyan dolu bir ifade geçmeliydi.
Düşünsenize; bombaların patladığı, milyonlarca insanın öldüğü bir çağda, sahneye çıkıp anlamsız hecelerle dolu şiirler okuyorlar. Alfabelerini parçalara ayırıyor, dilin yapısını bozuyor, anlamdan arındırılmış seslerle bir isyan yaratıyorlardı. Tristan Tzara’nın “Simultanist” şiirleri ya da Hugo Ball’un robotik kostümler içinde mekanik seslerle okuduğu “Karawane” şiiri, kelimenin kendisini bir protestoya dönüştürüyordu.
Veya düşünün, sanat galerilerinin duvarlarına asılan kutsal tablolar yerine, bir bisiklet selesini bir masa üstüne ters çeviren biri çıkıyor ve “heykel budur” diyor. İşte Marcel Duchamp’ın Fountain adlı pisuarı bu yüzden bu kadar sarsıcıydı. Çünkü sanatın “ne olması gerektiğine” dair tüm yerleşik kavramları –güzellik, anlam, kutsallık, özgünlük– alaşağı etti. 1917’de imzasını “R. Mutt” olarak attığı bu sıradan nesne, aslında bir meydan okumaydı: Sanat nesnesi mi önemliydi, yoksa ona yüklenen anlam mı?
Rüyalarla Direnmek
Dada hareketinin kaotik mirasından doğan bir başka sanatsal devrim ise Sürrealizmdi. 1924 yılında André Breton’un kaleme aldığı Sürrealist Manifesto, Freud’un psikanaliz kuramlarından, düşlerin özgürleştirici potansiyelinden ve bilinçdışının sınırsız imgeler dünyasından besleniyordu. Bu yeni akım, yalnızca estetik bir yenilik değil; aynı zamanda toplumsal düzene, ahlaki normlara ve rasyonel düşüncenin tekeli altındaki gerçeklik anlayışına karşı bir meydan okumaydı.
Salvador Dalí’nin eriyen saatleri (The Persistence of Memory) ve René Magritte’in “Bu bir pipo değildir” ifadesiyle tanınan tablosu (La trahison des images), görsel gerçekliğin her zaman hakikati yansıtmadığını güçlü bir biçimde ortaya koyar. Bu eserlerde sanat, yalnızca dış dünyayı betimlemekle kalmaz; aynı zamanda iç dünyanın çalkantılarını, bilinçdışının belirsizliğini ve algının kırılgan doğasını da görünür kılar.
Ayrıca, Leonora Carrington başta olmak üzere birçok kadın sanatçı, sürrealist rüya dilini eril bakıştan arındırarak feminist bir zemine taşıdı.Carrington’un The Pomps of the Subsoil gibi eserlerinde kadın bedeni, fantastik imgelerle iç içe geçerken, toplumsal normlar ve kimlik kalıpları bilinçdışının kaotik estetiğiyle yerinden sarsılır.
Dorothea Tanning, Remedios Varo ve Meret Oppenheim bu dönüşümün farklı biçimlerini yansıttılar. Tanning’in figürleri çoğunlukla bir geçiş hâlindedir; çocuklukla yetişkinlik, bedenle zihin, bireysellikle toplumsallık arasında gidip gelir. Bu ara hallilik, kadın kimliğinin sabitlenemez doğasını görünür kılar. Oppenheim ise Fur Breakfast adlı ikonik eserinde, bir çay fincanını kürkle kaplayarak gündelik nesneleri yabancılaştırır; böylece kadınlığa dair evcimen, edilgen imgelerle ironik bir hesaplaşma kurar.
Bu sanatçılar için rüya, yalnızca bilinçdışının bir tezahürü değil; bastırılmış kadınlık deneyimlerini özgürleştiren yaratıcı bir alandı. Sürrealist kadınlar, sanatı yalnızca bireysel iç dünyayı değil; ataerkil düzeni, kültürel kalıpları ve bastırılan arzuları görünür kılan bir sahneye dönüştürdüler. Rüya, artık bir kaçış değil; doğrudan bir direniş biçimiydi.
Duvarlarda Yükselen Direniş
Zamanla sanatın devrimci yüzleri, yalnızca tuvallerde ya da bilinçdışının soyut evreninde değil; şehirlerin duvarlarında, kamusal alanların kalbinde de görünür olmaya başladı. 20. yüzyılın ortalarından itibaren sanatçılar kelimenin tam anlamıyla sokağa çıkarak, sadece estetik üretmekle kalmadılar; aynı zamanda baskıya karşı kolektif bir hafıza inşa etmeye giriştiler.
Bu hareketin öncülerinden biri olan Meksikalı muralist Diego Rivera, devasa duvar resimlerinde tarihi egemenlerin değil; işçilerin, köylülerin ve yerli halkların gözünden anlattı. Onun çizdiği her figür, yalnızca bir görsel değil; ideolojik bir duruşun, sınıfsal bir belleğin taşıyıcısıydı. Rivera için sanat, seçkinlerin değil; halkın anlayabileceği, sokakta yürürken görebileceği, kendini içinde bulabileceği bir şey olmalıydı. Bu yüzden onun eserleri, “sanat halka inmeli” düşüncesini bir slogandan öteye taşıyarak somut bir gerçekliğe dönüştürdü.
Bu kolektif anlatının karşısına, Frida Kahlo daha içsel ama bir o kadar politik bir direniş diliyle çıktı. O, kamusal olanı bireysel olanla kesiştirdi ve politikayı doğrudan bedenine işledi. The Broken Column’da bedenini kırılmış bir sütun olarak resmederek fiziksel ve ruhsal acıyı görünür kıldı; The Two Fridas’ta ise kimliğinin parçalanmış hâlini iki benlik arasında kurduğu bağla aktardı. Frida’nın otoportreleri, acıyı gizlemek yerine dönüştüren, içselleştirilmiş baskıyı açık eden bir araçtı. Onun resimlerinde kadın yalnızca görülen değil; gözün ta kendisi, bakışın sahibi hâline geliyordu.
Bu görsel direniş dili, yalnızca Latin Amerika’yla sınırlı kalmadı. İranlı sanatçı Shirin Neshat, benzer bir mücadeleyi farklı bir coğrafyada, farklı araçlarla sürdürdü. Siyah-beyaz fotoğraflarla yarattığı anlatılar, kadın bedenini politik bir zemine taşıdı. Women of Allah serisinde, silah tutan kadın figürlerinin bedenlerine yazdığı Farsça şiirlerle, bireysel deneyimle kolektif hafızayı iç içe geçirdi. Onun işlerindeki her bir kadraj, din, cinsiyet ve iktidar gibi kavramları çarpıştıran sembolik bir alana dönüşüyordu. Neshat’ın sanatı, sessizliği dile, yasaklı olanı görsel bir isyana çevirerek, bedeni bir tür metne dönüştürmenin en çarpıcı örneklerinden biri haline geldi.
Piksellerle Direnmek
Biliyoruz ki artık sanat, yalnızca atölyelerde üretilen bir nesne ya da galerilerde sergilenen bir imge değil. Ekranlarda, sosyal medya akışlarında, metaverse’ün veri katmanlarında ya da bir protesto anında havaya kaldırılan pankartta belirebildiğine sıkça şahit oluyoruz. Bu yüzden direniş, bugün bir duvar yazısından çok daha fazlası: bir filtre, bir algoritma, bir paylaşım, hatta bir glitch.
Teknolojiyle iç içe geçmiş bu yeni çağda sanatçılar, yalnızca bir şey “üreten” değil, aynı zamanda izleyeni durduran, düşündüren, yerinden eden bir uyarı sistemi gibi çalışıyor.
Benzer şekilde Cao Fei, Çin’in dijitalleşen toplumuna dair eleştirilerini, sanal dünyada yarattığı performatif karakterlerle ifade ediyor. RMB City gibi projelerinde gerçeklik ile simülasyonun nerede ayrıldığını sorgulatıyor; izleyiciyi yapay olanla gündelik olan arasındaki gerilimde düşünmeye davet ediyor.
Brezilyalı sanatçı Rafael Lozano-Hemmer, izleyicinin kalp atışını dev ışık enstalasyonlarına dönüştürerek bedeni kamusal bir ritme çevirirken; LaTurbo Avedon, fiziksel bir bedeni dahi olmayan bir sanatçı olarak yalnızca dijitalde var oluyor ve “kimlik” kavramını sanal alanlarda yeniden kuruyor.
Bunlara Mona Lisa’nın NFT’ye dönüşmesi, ya da Sotheby’s’te yapay zeka destekli eserlerin açık artırmada satılması gibi örnekler eklendiğinde, “sanat nedir ve ne zaman ‘’gerçek’’ olur?” sorusunun sınırlarının artık hiç olmadığı kadar bulanıklaştığını görebiliriz.
Bir algoritmanın ürettiği bir görsel ya da bir yapay zekanın yazdığı şiir hala insan deneyimini taşıyabilir mi? Hissettirebilir mi — veya rahatsız edebilir mi?
Bu sorular yalnızca estetikle sınırlı değil elbette. Aynı zamanda etik, felsefe ve politikayla doğrudan ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.
Görmenin Ötesinde
Sanatın devrimci yüzleri bazen bir çığlık gibi duvara çarpar, bazen ise neredeyse fısıltıyla kulağa dokunur. Kimi zaman bir sokak köşesindeki grafitide, kimi zaman bir sahnede donup kalan bedendedir. Ama her defasında ortak bir şeyi yapar: görmeyi dönüştürür.
Çünkü görmek yalnızca bakmak değildir; algıyı, yönelimi ve bilinci dönüştüren aktif bir eylemdir.
İşte tam da bu yüzden sanat, yalnızca bir anlatım biçimi değil; görmeye cesaret eden herkese yöneltilmiş bir davettir.
Bir şeyi ilk kez görmeye — ya da yeniden görmeye — cesaret eden herkese…