Sakladığımız Yüzler: Persona (1966)
Bu, izlenmesi hiç de kolay bir film değil.
1966 yılı yapımı bir Ingmar Bergman filmi olan Persona'yı izlerken âdeta filmden atıldığımı hissettim. İçine çekmeyip de aksine dışına iten bir film diyebilirim. Başlangıcında birbirinden farklı fotoğraflar gösteriliyor. İlk önce ne anlatmak istediğini anlayamadım, kafam karıştı.
Sonra filmin asıl hikâyesi denilen kısım gösteriliyor. Bu kısımda bir aktris var ve film çekiminde birden susup kalıyor. Hiçbir şekilde konuşamıyor. Buna bir çözüm bulamayıp hastaneye yatıyor. Onunla ilgilenmesi için de bir hemşire görevlendiriliyor. Hemşireyi filmin başında gayet tatlı ve samimi görüyoruz. Aktrise yardım etmek için ikilemde olduğunu izliyoruz ama sonrasında çabaladığı bize gösteriliyor.
Devamında iki kadın doktorun yazlığına gönderiliyor. Burada herkesten uzak baş başa vakit geçiriyorlar. Hemşire anlatıyor, aktris dinliyor. Bu durum değişmeyince hemşire karşısındakinin suskunluğundan güç alıp kirli anılarını anlatacak cesarete ulaşıyor. Yine anlatıyor sanki hepsi normal bir şeymiş gibi. Sarhoş, dağınık ve mutlu.
Aktris hiç konuşmamaya devam ediyor, hemşire de ona daha da yakınlaşıyor. Gece aktrisin onun odasına geldiğini, birbirlerinin omuzlarına yaslandıklarını izliyoruz. Bu kısmın ise hemşirenin bir rüyası olduğunu sonrasında öğreniyoruz. Sonra aktrisin doktora yazdığı mektubu hemşire kendine söz geçiremeyerek ondan habersiz okuyor. Mektupta hemşirenin anlattığı özel durumlar açığa çıkıyor. Bunları çok eğlenceli bir şekilde anlatıyormuş gibi gören hemşire resmen çıldırıyor.
Film, hemşirenin mektubu okuduğu andan itibaren sanki tepetaklak oluyor. Kendisini kullandığını aktrisin yüzüne âdeta kükrüyor. Tamamen çirkinleştiği sahneler gösteriliyor. Aktrisin yaralanmasını istiyor, onun suratını çekiştiriyor ve onu sarsıyor. Sadece onun konuşmasını istediği ama konuşmayınca ve aktrisin ondan sakladığı onun hakkındaki düşünceleri öğrenince kopma yaşadığı sergileniyor.
Ben de izlerken aynı zamanda filmin başında gösterilen bir örümceğin, kesilen bir koyun başının, dışarı çıkarılan organların, çivi çakılan bir elin, erekte olmuş bir erkek cinsel organının, morgdaki ölülerin ve morgda uzanan bir çocuğun görüntülerini düşünüyorum. Bunlarla filmdeki hikâyenin ne alakası olabilir? Bizi aslında bir korku seansına hazırlamıştır görüntüler. Film boyunca hikâyenin hissettirdiği duyguları yansıtmıştır. Morgdaki çocuk içeriden dışarıya izlemekte gösterildiğinden filmin sonuna doğru iki kadının ortak yönlerinden biri o çocuk olduğunu anlayabildim.
Aktrisin geçmişte kendi narsist kişiliğinin getirdiği korkunç bir durum onu oynadığı filmdeki karakteriyle özdeşleştirdiğini anladığı an susmaya başlaması söz konusudur. Eğer konuşursa yalan söylemeye, inkâr etmeye ve yalandan bir hayat yaşamaya devam edecektir. Bir daha bu personanın altına sığınmamak için susmuştur.
Hemşire ise yaşadığı bir cinsel grup ilişkinin sonucunda hamile kaldıktan sonra kürtaj olmasıyla aktrisin yaşadığı 'çocuğundan iğrenme' durumuyla bir tutmamaktadır. Aktrise devamlı olarak ''ben senin gibi değilim, hiç olmadım.'' sözlerini söylemektedir. İlk önce onun gibi olmak istemesi fakat sonra ondan kendini sıyırmak istemesi dikkat çekiyor.
Zaman geçtikçe aktrise benzediğini görüyoruz ve hemşire bunu inkâr ediyor. Yönetmenin çektiği ilginç bir sahne karşımıza çıkıyor. Hemşire gerçekleri aktrise söylerken kamera aktrisin yüzünü gösteriyor. Dinlerken yüz ifadeleri bize farklı bir duygu hissettirebiliyor. Söyledikleri bittikten sonra bu sefer farkı kadrajdan aynı sahneyi kamera hemşirenin konuşurken yüzünü gösteriyor. Aynı şeyleri söylerken hemşirenin yüz ifadeleri bu sefer farklı bir duygu yansıtıyor.
Filmin sonunda iki kadın eski oldukları hâllerine dönüyorlar. Aktris film setine, hemşire de üniformasını giyip hastaneye geri dönüyor. Ama 'son' gibi herhangi bir yazı görmüyoruz. Filmden tamamen koptuğumuzu bu şekilde anlıyoruz. Bu filmden anladığım filmin içine tam anlamıyla giremediğimdi.
Resmen seyirciyi koparmak için yönetmen yeteneğini konuşturmuştu. Yani, hep bir dışarıdan izleme söz konusuydu aynı filmin başındaki o çocuk gibi. Yakın çekimlerin verdiği rahatsızlık ve gerilim hissi de bir o kadar ön plandaydı. Ayrıca konusunun da korku vericiliği hakimdi. Altında yatan sebep hüzün doluydu fakat hüznü değil de gerilimi çok hissettim. Yönetmenin de amacı buymuş.
Yaşadığımız bu hayatta günahların üzerine bir maske çekerek yaşamaya devam ediyoruz. Topluma başka yüzümüzü, daha iyi yönümüzü göstermeye çalışıyoruz. Daha kusursuz olmak istiyoruz. Peki bazen bizler susmak istemiyor muyuz? Susup çıt çıkarmamak böylece yalan söylememek. Herkese gerçek yüzümüzü göstermekten korkuyoruz. En sonunda kafamızdaki bitmek bilmeyen kaostan kurtulamıyoruz.