Savaşın Korkunç Yüzüne Tutulan Ayna: Çinko Çocuklar

Svetlana Aleksiyeviç’in eseri Çinko Çocuklar Ukrayna Savaşının olduğu şu günlerde bize kendini tekrar hatırlatıyor.

Svetlana Aleksiyeviç Çinko Çocuklar’da 9 yıl süren Sovyet-Afgan Savaşı’nın en dibine iniyor. Bize çocuklarını savaşta kaybeden ebeveynlerin, bizzat savaşa katılmış askerlerin anılarını dinleme fırsatı veriyor ve bu sayede savaşın korkunç yüzüyle bir kez daha karşılaşıyoruz.

Aslında Çinko Çocuklar iki sene önce okuyup bitirdiğim bir kitap. Ukrayna Savaşı’nın başlamasıyla da tekrar aklıma düştü. Afganların kendi ülkelerinde, kendi topraklarını savunmaları çok doğaldı; fakat oraya Sovyetler tarafından gönderilmiş bu Rus askerleri o yabancı topraklarda ne yapıyorlardı? Onlara verilen kahramanlık sözü tutulmuş muydu, gerçekten evlerine kahraman olarak dönmüşler miydi? Peki döndükten sonra hayata adapte olabilmişler miydi, aileler neler yaşamıştı? Soruların cevabı beklenmedik değildi fakat gerçekten çok üzücüydü.

Savaşa katılan hemşirelerden biri anılarının sonunda “Öyle bir yere göndermek için insanın halkından ne çok nefret ediyor olması gerek.” (Aleksiyeviç, 55) demiş. Savaşın korkunçluğunu çok doğru bir şekilde özetleyen bir cümle, hiçbir zaman da aklımdan çıkmaz. Bu hemşire gibi birçokları savaşı arkalarında bırakamadıklarından şikayetçi. Gördüğün binlerce ölüyü, yaşadığın onca zorluğu nasıl bir anda aklından silebilirsin ki? Devletin bizzat kendi çocuklarını, sırf devletin “çıkarları” uğruna kan gölünün ortasına atması başka nasıl açıklanabilir? Hepsi gönüllü de gönderilmiş değil üstelik. Afgan Savaşı’nda şoförlük yapan bir er ekilmemiş toprakları tarıma açma amacıyla savaşa gönderildiğini anlatıyor. Savaşın iç yüzünü söylemediklerini bir yana bıraksak bile, pek bir yana bırakılacak tarafı olmasa da, bir insanı zorla ölüme göndermek işin korkunçluğunu daha da yüzümüze vuruyor.

Bir başka sayfada bir annenin oğluna savaşa gitmemesi için yalvarışlarını okuyoruz. “Sen orada vatan için ölmeyeceksin, sen orada ne için öldüğünü bilmeyeceksin. Öylece ölüp gitmiş olacaksın. Vatan ardında yüce ülküler olmadan en iyi çocuklarını ölüme gönderir mi hiç?”(Aleksiyeviç, 61) demiş oğluna. Bu yabancı bir ülkede ölen çocuklar oraya neyi, kimi, neyden korumaya gittiler sorusu aklımdan çıkmıyor. Sonra bugünlerde yaşadığımız savaş geliyor aklıma. Rusya yine çocuklarını bilinmeze gönderiyor. Onlar geri döndüklerinde Afgan Savaşı’ndan dönen diğer Rus askerleri gibi yine kahraman olmadan döneceklerdi. Çünkü bi askeri danışmanın dediği gibi “Savaştan kahraman olarak dönmek imkansızdır” (Aleksiyeviç, 67). Orada insanlıklarını bırakıyorlar; yerel halkı yerlerinden ediyorlar, insan öldürüyorlar, insanları öldürülüyor... Tüm bunları yaşayan bir insan kahraman olarak dönemez, bir yarısını orada bırakmış, ruhu kırık biri olarak dönebilir ancak. Çoğu gittiğinde savaşın insanlara nasıl kıydığını bilmiyor bile, gördükleri tek şey propaganda.

İşte en de Savunma Bakanlığı'nın esiriyim. Nereye ateş etmemi emrederlerse oraya ateş ederim. Benim işim ateş etmek (Aleksiyeviç, 191).

Zaman değiştiğinde ve savaşın iç yüzü ortaya çıktığında çoğu askerin anavatanları Rusya’da bile katil damgası yediğini görüyoruz. Bu bugünkü savaş hakkında da bize çok şey söylüyor aslında. Ukrayna Savaşı’ndan geri döndüklerinde, ileride bu savaşa bakıldığında yakıp yıktıklarından başka bir şey görmeyecekler ve bu yıkıntıların sorumlusu devlet değil, oraya devlet eliyle gönderilen, devlet tarafından vur emri verilen askerler olacak. Biz ise tüm bu olanları, tarihin tekerrür edişini ancak televizyonlarımızdan izleyebiliyoruz. Svetlana Aleksiyeviç’in elle tutulur hale getirdiği o eski acılara tekrar şahit olmanın acısını yaşıyoruz.