Sıradan Anların Büyüsünü Ve İnsan Olmayı Hatırlatan Bir Yönetmen
Nawapol'ün filmleri size insan olmanın rahatsızlığını ve mucizesini anlatan birer "gem"
Sizden benim favori yönetmenimi tahmin etmenizi istesem, ne dersiniz? Çoğunuzun doğru bir tahminde bulunamayacağından eminim. Bunu motivasyonum olarak kabul edip size onu tanıtacağım bugün: Nawapol Thamrongrattanarit. Kendisi Tay bir yazar, senaryo yazarı ve film yönetmeni.
Çektiği uzun metrajlı filmlerinin yanında bir sürü kısa filmleri de var. Ve bence Nawapol’ün herhangi bir “iş”ini (work) inceleyen birinin yapabileceği ilk yorum işlerinin “garip eşsizliği” olur. Ne zaman bir Nawapol filmi izlesem bunu düşünüyorum.
Bazı filmleri yönetmeninin kim olduğunu bilmeden izleseniz de size ipuçları verir. Hong Sang Soo mesela. Tuhaf zoomların, bağırıp çağıran yaşlı erkek karakterlerin, Kim Min Hee’nin, entelektüel ve bir o kadar “straightforward” insanların olduğu bir filmi izleyince işin içinde Hong Sang Soo’nun olduğunu anlamak bir roket bilimi değil. Ya da tuhaf kamera açıları, neon renkler, melankolik ve karmaşık karakterler ve onların ruh hallerini yansıtacak çok spesifik şarkıları kullanan bir filmin kime ait olduğunu biliyoruz: Wong Kar Wai.
Nawapol’e geri dönelim. Filmlerinin en temel özelliklerinden biri metin tabanlı bir anlatım kullanmasıdır. Bu anlatım türü bir “şeyin” metinle ifade edilmesidir. Bunu Nawapol’ün filmlerinde özellikle karakterlerin duygu ve düşüncelerini anlatmak için kullandığını görürüz. Birkaç saniyelik görüntülerden sonra ekran siyaha döner ve karakterin ne hissettiğini anlayabilmemizi sağlayan birer cümle belirir ekranda. Bu tekniği ilk kez Nawapol’de gördüğümde çok orijinal bir şey dediğimi hatırlıyorum. Bunu kullanan başka yönetmenler var mıdır bilmem ama benim kafamda metin tabanlı anlatım denince Nawapol canlanıyor.
Bu tekniğin en güzel yanı da karakterleri “kırılgan” bir konumda bırakmadan ne hissettiklerini bize aktarabilmesi bence. Karakterler hissettikleri şeyleri kendileri söylemek zorunda bırakılmadan öğreniyoruz onların ne hissettiğini. Ve bu yaşananı ya da hissedileni daha az “geçerli” yapmıyor. Aksine minnet duyuyorum yönetmene karakterin “kırılganlığını” açıkça göstermese de hissettirmesine. Çünkü empati kurabiliyorum daha çok. Hepimiz bir şeyler hissediyoruz ve her zaman ifade etmek çok kolay olmuyor. Bazen kimsenin duymasını istemediğimiz düşüncelerimiz oluyor çünkü egomuz var. Diğer insanların bizi nasıl gördüklerinin değişebileceği gerçeği korkutuyor bizi. Tabii ki en çok istediğim şey insanlar hakkımda ne diyor, ne düşünüyor sorularını bir kenara bırakabilmek ama yapamıyorum bunu. Mesela bunları yazarken sizin bu yazıyı okuyup hakkımda bunları öğrenecek olmanız beni sizin karşınızda çok kırılgan bir konuma koyuyor. Aranızda benim gibi hisseden insanların olduğunu biliyorum. Ama bu işimi daha kolay hale getirmiyor. Defalarca silip yeniden yazıyorum bu satırları. Bana gönül rahatlığı veren tek şey ise beni görmüyor oluşunuz. Öylesi çok daha zor olurdu. İşte Nawapol de bunu yapıyor bence. Ne hissettiklerini onları görmezken öğreniyoruz.
Nawapol genelde filmlerini karakterlerin çatışmalarının sebep olduğu karakterin kendiyle çatışması üzerine kuruyor. Filmlerde karakterlerin bu çatışmayı yaşaması için hayatlarında koca değişiklikler olması gerekmiyor. Kimisi aşık oluyor, kimisi evindeki “fazla” eşyaları atmaya çalışıyor, kimisi para kazanmak için gece gündüz çalışmak zorunda hissediyor, kimisi ise yıllar önce tanışıp fotoğrafını çektiği kişinin kim olduğunu hatırlamaya çalışıyor. Ancak bu gündelik olaylar, bunların gerektirdiği etkileşimler, bu etkileşimlerin yarattığı karakterler arası çatışmalar ve bu çatışmaların ana karakteri ve onun düşünce yapısını nasıl etkilediğini izliyoruz hemen her filmde.
Birkaç filminden bahsedeyim şimdi de:
1. Mary is Happy, Mary is Happy
Bu film benim izlediğim ilk Nawapol filmi ve hayatımda izlediğim en tatmin verici filmlerden biri. Filmde okulun son yılında dönemi için yıllık hazırlamaya çalışan iki arkadaşa, temelde de bunlardan biri olan Mary ve onun neler hissettiklerine odaklanıyor. Film, @marylony'nin kronolojik sırayla paylaştığı 410 tweetten oluşturuluyor. Harika değil mi!
Bu tweetlerden birkaçını yazmadan geçemeyeceğim.
"Packing my money, my heart, myself."
"Wish I had the words."
"If we could practice our feelings, I would practice happiness today."
"The sun goes up, the sun goes down."
"I don’t want to be sad, but I am."
"Nothing is certain. Things happen quickly and without reason."
"Get a peacock. Mum likes them."
"Is my heart large enough for this world."
Minimalist bir çalışma alanı yaratmaya çalışan Jean, evdeki her şeyi atmaya başlıyor. Bu noktada özellikle annesi ile olan çatışması iki karakterin bakış açılarını anlamamız için harika bir fırsat sunuyor. Bulduğu her nesneyi sahibi olan kişiye vermeye çalışan Jean, geçmişte yaşadığı, bırakmaya çalıştığı insanlar ve hatıralarla karşı karşıya kalıyor istemeden. “Tüm bu duygular çok yorucu.” diyor bir noktada.
Jean başta her şeyin çok kolay hallolacağını düşünüyor hatta “Çöp poşetleri kara delikler gibidir. İçine bir şey attığınızda, onlar kaybolur. Görünmeyince, aklımızdan da çıkar. Bu kadar kolay. İş tamamdır.” diyor kardeşiyle konuşurken. Ama asla öyle olmuyor. Bu film, “gereksiz” şeyleri fırlatmanın çok kolay olacağından emin olan bir kadının, karşılaştığı her eşya ile o eşyaların beraberinde getirdiği çözülmemiş kırılganlıklar, unutulmamış arkadaşlıklar ve bunların getirdiği çatışmaları anlatıyor. “Veda etmediğim için üzgünüm. Seninle hiç iletişime geçmediğim için üzgünüm. Hayatın hakkında hiç sormadığım için üzgünüm. Böyle olduğum için üzgünüm. Hiçbir zaman özür dilemediğim için üzgünüm.”
Bu film bana hafızanın ne kadar olağanüstü olduğunu, yaşadığımız her şeyin ne kadar “magical” olduğunu hatırlattı.
3. Die Tomorrow
Hiç hayatınızın son gününün nasıl olabileceğini düşündünüz mü? Ben bazen düşünüyorum sanırım, nasıl bir ölüm bekliyor beni acaba diye. Bu filmde Nawapol 6 karakterin ölmeden önceki son anlarını medyada bulduğu haberlere dayanarak kurguluyor. Bu adamın beynine istemesem de hayran olmak zorundayım! Gördüğünüz bir ölüm haberini alın ve onu kurgulayın. Aynı olmak zorunda değil. O spesifik kişinin ölümünden yola çıktınız ama bambaşka bir karakter yarattınız ve onu da aynı şekilde öldürdünüz. Ama bu hikayelerde merkez “ölümün kendisi” değil, ölmeden önceki o son anların ne kadar “olağan” olduğu. Öylesine doğal, hayatın parçası bir şey ölüm. Bunun farkına varmak ise yaşadığını hissettiriyor insana!
4. Heart Attack
Freelance bir editör olan Yoon, asla kendine zaman ayırmayı dert etmiyor. Kendisine verilen her işi zamanında yetiştirmek zorunda ne pahasına olursa olsun çünkü eğer yapmazsa bir daha iş teklifi almayabilir. Sağlığının iyice kötüleşmesi yüzünden gittiği hastanede ise onunla ilgilenen doktora aşık oluyor, onu etkilemeye çalışıyor. Ama işsiz kalacağı endişesi öylesine “concrete” bir şey olmuş ki Yoon için, kendi istemese de vücudu çalışmayı bırakamıyor.
“Güneşi izlemek istediğimi daha önce hiç düşünmemiştim. Ama bana bunu söylediğin için o gün izledim. Dürüstçe söylemek gerekirse, gün batımını izlemek zaman kaybı gibi geldi. Ama o gün nedenini bilmiyorum… Orada saatlerce oturdum. Rahatça nefes alabildim. Mutluydum.”
Gün batımlarını izlemenin bile zaman kaybı gibi hissettirdiği, etrafımıza bakmayı unuttuğumuz, sürekli oradan oraya koşturduğumuz, işleri yetiştiremezsek dünyanın sonu gelecekmişçesine sömürüldüğümüz hayatlar yaşıyoruz. Böyle olunca da hiçbir şey hatırlamıyoruz dün ya da geçen yıl ne olduğuna dair. Çünkü “yaşamıyoruz”. Bu film size bir romantik komediden beklediğiniz şeyi vermeyebilir ama çok daha fazlasını veriyor: şehrin insanlarda sebep olduğu depresyon, kapitalist sistemin sömürüsü ve sağlık sisteminin eleştirisi…
Uzun lafın kısası Nawapol, benim aklının çalışma şekline hayran olduğum harika bir hikaye anlatıcısı. Filmlerini izlerken karakterlerle, onların olağan endişeleri ve mutluluklarıyla çok kolay empati kurabiliyorsunuz. Ve size bir teselli gibi geliyor filmler. “Evet, yalnız değilim. Böyle hissetmem çok normal. En sonunda her şey iyi olacak, şu an bir şeyler yolunda gitmiyor olsa da.” Size insan olmanın, yaşamanın ne kadar sıradan ama mucizevi olduğunu hatırlatıyor filmleri.