Sırça Fanusa dair bir düşünce yazısı

“Yürümemekte direnen inatçı bir yük atı gibi duruyordum.”

Esther, erken yaşta büyük başarılar kazanmış ve kendine hep en yüksek hedefleri koymuş genç bir kız. Edebiyat öğrencisi. İleride başarılı bir edebiyat profesörü, şair veya iyi bir dergide veya gazetede editör olmak istiyor. Ne kadar bilgisine ve becerisine güvense de özgüveni çok kırılgan. Hem her şeyi yapabileceğini düşünüyor hem de kafasındaki onca şeyi netleştirip bir hedefe ulaşamıyor. Entelektüel “zevk”leri midesini sıkıştıran entelektüel “kaygı”lara dönüşüyor. Bir ihtimal Esther, kafasında zaferle taçlandırmak gerektiğini düşündüğü başarıları, kazanmak istemiyor olabilir mi? Yine belki sevdiğini sandığı şeylerden o kadar da hoşlanmıyor olabilir mi? Ya da sadece biraz nefes almaya ve gerekliliklerini düşünmeden geçireceği bir süreye ihtiyacı vardır. New York’ta açılacağı yeni hayat hikayesinin içinde; kasabasından ve toplumsal rollerinden çok uzakta özgür bir kimlik kazanma yolculuğunda zamanla kimliğini kaybediyor, benliğinden uzaklaşıyor. En ufak tökezlemede düşüveriyor. Sonra başladığı yere yani kasabasına ve annesinin yanına dönerek hayattan kopmaya çalışırken aslında zincirlerini kopartıyor. Sonunda, zor koşullardan geçerek içindeki fanustan çıkmayı başarıyor. 

Kitabı analiz eden birkaç yazı ve makaleye baktım. Biri çok dikkatimi çekti. Ayrılıkçı benlikten bahsediyor. Toplumsal ve kültürel normların üstümüzde yarattığı baskının kendimizi sorgulatması sonucu aslında sağlıklı olarak bir kadının özgün kimliğini oluşturabilmesi ve çevresindekilere karşı sınırlarını belirleyebilmesi gerektiği söyleniyor. Sırça Fanus’ta Sylvia Plath, tam olarak bu kimlik oluşumunun sancılarını çekiyor. Asla kendinden emin olamayan genç bir kız, çevresine yabancılaşıyor, insanlardan uzaklaşıyor. Farklı bir galaksiden dünyaya bakarcasına... Kendi içsel çatışmaları büyümeye başlıyor tabii zamanla. Sonra kendini sorguluyor, bazı noktalarda özgüveni daha kırılgan hale gelirken bazı noktalarda öfkesi artıyor.  

Tabii kızların en kritik erken dönem ilişkilerinden biri annesiyle olan ilişkisi. Annesi Esther’in daha ezber ve garantici bir hayat çizgisi takip etmesini istiyor. Çocukluğundaysa pek şefkat ve sevgi gösterememiş. Beklentileri var ancak iyi bir yol gösterici değil. Esther’de anne şefkati ve bunun yanı sıra baba varlığı eksik. Ancak burada ağırlıklı odak nokta anne. Esther, hayatına giren diğer tüm kadınları rol model olarak bir düşünüyor ve annem olsa nasıl olurdu sorgulamasına giriyor. Bu düşünce birkaç saniye sonra o kişinin kötü özelliklerini hatırlayarak sona eriyor. Anne figürü içindeki öfkeyi açığa çıkartıyor çoğu zaman. 

Genç kızın bunalımının New York’ta başlaması, annesinden ayrılmasına yani ayrılıkçı benliğine bağlanıyor. Geri döndüğünde hayatına mâl olabilecek girişim ise yine aynı şekilde kendi iradesiyle yapabildiği bir karşı geliş eylemi olarak yorumlanıyor.  

Şimdi ben sıradan bir okuyucu deneyimiyle yorum yapacak olursam; Esther’in New York’a gidişinde aslında gerçek hayatla tanıştığını, kafasında dışavurmaya yer arayan soruların, ortaya çıkacak bir alan bulduğunu düşündüm ve aslında kendisiyle tanışmanın sancısını çektiğini, hayallerindeki gibi bir hayat bulamadığını, başarılarla dolu yaşamını sırtında bir yük gibi taşıdığını fark etmesine şahit olmuş gibi hissettim. Özellikle “ On dokuz yıl boyunca iyi notların, ödüllerin ve çeşitli bursların peşinden koştuktan sonra, artık kendimi koyveriyor, yavaşlıyor ve düpedüz yarışı bırakıyordum.” sözleri bu başarı yorgunluğunu gözler önüne seriyor. Kendi gerçekliğini farkına varma süreci. Esther, zorunluluklar, seçenekler, beklentiler derken yorgun düşmüştü. Tabii bir de en savunmasız hissettiği anda yaşadı bunları. Annesinden, kasabasından, alıştığı kültürden ve hayat tarzından uzaktı. New York’taki kızlar, gece hayatı, hızlı yaşantı, moda ve tüketim kültürü onu sorgulattı ve şaşırttı. Bazen kendini denemeye zorladı. Partiye veya bir etkinliğe gitmeye çalıştı ama günün sonunda yine bütün gün yatıp belki de biraz kendi başına zaman geçirebileceği parklara gitmek istedi. Bir yandan da yıllardır sokulmaya çalıştığı geleneksel kalıpları düşünmeye fırsat buldu. Kadınlığı ve erkekliği irdeledi. Okurken en zorlandığım şey ise bilinçakışı tekniği oldu. Yaşadığı olaylar sırasında birden bire anımsadığı anılarına dönerken beni başlarda çok zorladı diyebilirim. 

Bolca imge ve benzetmeye yer vermesini ise çok sevdim. Genel olarak yaratıcı benzetmeleri çok severim. İyi benzetmeler ve imgeler o anı yaşamışım gibi hissettirir. Sylvia da kalemini çok güçlü kullanmış. Aynı zamanda İçsel çatışmalarını okurken o kadar ben gibiydi ki. Birinin aklımı okumuş olabileceğini ve bu kitabı şaka olsun diye önüme koyduğunu düşündüm. İnsanın depresyona “girme evresinde” diyeyim, içinde düşündüğüyle dışarı yansıttığı farklı olabiliyor. Özellikle Jay Cee’yle olan konuşması bunu çok iyi vurguluyor. Aynı zamanda kimlik bunalımını ve kararsızlığını da görebiliyoruz çok net bir şekilde. Esther “Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Maskem daha o sabah Jay Cee tarafından düşürülmüştü.” diyerek ifade ediyor kendini. Artık ne istediğinden emin olmayan Esther, ileride ne yapmak istediğini soran ve kendisini köşeye sıkıştıran editörüyle konuşurken: “ 'İşimle ilgileniyorum.’ bu sözleri haykırmak geliyordu içimden, sanki o zaman daha inandırıcı olacaklardı ama kendimi tuttum. Hayatım boyunca okumak, yazmak, deli gibi çalışmaktan başka bir şey istemediğimi söyleyip durmuştum kendime... Okulu bitirince yapmak istediğim çok şey vardı. Genellikle bu planlar dilimin ucunda olurdu. ‘aslında pek bilemiyorum’ dediğimi duydum. Bunu söylediğimi duyar duymaz derin bir şokla sarsıldım. Çünkü söylediğim anda bunun gerçek olduğunu fark etmiştim.” diyor. Kendisiyle çatışmasını anlamışsınızdır. Ve yine şöyle bir konuşma geçiyor: “ ‘Eskiden beri hep Almanca öğrenmeyi istedim.’ Aşağı yukarı beş yıldır herkese aynı şeyi söylüyordum.”  burada annesinin, babasının ve kardeşinin Almanca bilgisinden bahsediyor. Yani Almanca öğrenmeyi istemiyor aslında, onun için bir zorunluluk ve her geçen gün ertelese de kendine ve çevresine yalanlar söylemeyi bırakmıyor. Uzun bir diyalog ve hem bu konuşmada hem de kitabın farklı köşelerinde buna benzer iç konuşmalarla karşılaşacaksınız. Esther, kitabın başından beri yorgun ve üzgün hissediyor, bir süre sonra yapması gereken şeyleri neden yapmadığını kendisi de çözemiyor. “Yürümemekte direnen inatçı bir yük atı gibi duruyordum.” 

Arkadaşlık ilişkileri, sonradan çizdiği sınırlar, insanlar hakkındaki çıkarımları okumaya değer. Esther her zaman diğerlerinden farklı olduğunun bilincinde. 

Cinsel deneyim ve kadın-erkek ilişkilerini sorgularken de önce erkek arkadaşı Buddy Willard üzerinden bir aydınlanma yaşıyor. Kadınların hep masum kalmasını isteyen aileler ve erkekler karşısında aslında Esther, Buddy’nin de ona sadık kalacağını düşünmüştür. Yani bu sadakatin karşılıklı olmasıdır mantıklı olan. Ancak bir gün öğrenir ki erkek arkadaşı ona sadık kalmamıştır. Esther çok sinirlerinir, o zaman Buddy, Esther’i hak etmez veya eşitlenmeleri gerekir ki bunun için birini bulması gerekir. Ailelerin ise masum, evinin kadını evlenecek kız imajı da Esther’i oldukça sorgulatır. New York’tayken düşünür. Ne iyi yemek yapabiliyordur, ne at binebilir ne başka bir beceri. Elle tutulur hiçbir özelliğinin olmadığını düşünerek yetersiz hisseder. Ne kariyer kadınıdır ne de ev kızı. Evlenmeyi istemez. Erkeklere herhangi bir şekilde hizmet etme fikrinden nefret eder. Ancak burslar ve ödüller dönemi de artık kapanıyordur. New York’ta kariyerinin de çok iyi gitmediğini düşünmesiyle elinde bir şey kalmaz.

“Kendimi koşu yolu olmayan bir dünyada yaşayan yarış atı gibi hissediyordum”  der. Sonunda o meşhur incir ağacı metaforu gelir. “Her dalın ucunda tombul, mor bir incir ağacı gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor... dalların çatallındığı noktada hangisini seçeceğime bir türlü karar veremiyordum.”  

Esther yaşadığı toplumun isteklerine uyamıyor, kalıplarına sığamıyordu. Bunun sonucunda girdiği bunalım ve kimlik kaybından nasıl çıktığını da sizin kendi okur deneyiminize bırakıyorum.