Society of the Snow (2023)

“Eve dönebildiler ama gerçekten hayatta kalabildiler mi?”


İlk gösterimini Eylül 2023’te Venedik Film Festivali’nde yapan Society of the Snow (Kar Kardeşliği) Ocak 2024 itibarıyla Netflix platformunda tüm dünyada izleyicilerine ulaştı. Pablo Vierci’nin aynı adlı eserinden uyarlanan ve J.A. Bayona’nın yönettiği İspanyol-Amerikan ortak yapımı film, Uruguaylı rugby oyuncularını taşıyan uçağın 13 Ekim 1972’de And Dağları’na düşmesinin ardından sağ kalanların 72 günlük mücadelesini anlatıyor.

Tamamı yaşanmış olaylara dayanan filmde ayrıntılara geçmeden önce o dönemin şartlarından kısaca bahsetmemiz gerekir, nitekim yönetmen Bayona da filmin başında bunu izleyicilere sunmayı tercih etmiş. 1970’li yılların Güney Amerika’sı işçi ve öğrenci ayaklanmaları ile askeri darbeler yüzünden oldukça çalkantılı ve karmaşık. Filmin giriş kısmında ise Old Christians Club rugby takımı oyuncularının bulundukları toplumla tezat oluşturan yüzeysel yaşantılarını ve bencilce davranış biçimlerini izliyoruz. Çoğu 20’li yaşlarının başındaki bu oyuncular, yaşıtları sosyal haklarını savunmak için sokakta protesto yürüyüşleri yaparken kendilerini tamamen zevk ve eğlence heveslerine kaptırmış durumdalar. Başta izleyici olarak onlara öfkeyle yaklaşsak da bu tutumları filmin ilerleyen kısımlarında yaşayacakları ahlaki dönüşüm için güçlü bir altyapı oluşturuyor.

Kaza sekansı birçok felaket filmiyle benzer şekilde çekilmiş. Filmin kahramanları yolculuk esnasında oldukça mutlu ve eğleniyorlar, fakat kar ve fırtına karşısında mutluluğun yerini endişe alıyor. Artan korkular fayda getirmiyor ve kaçınılmaz son gerçekleşiyor.  

And Dağları’nın korkunç koşulları altında geçen 72 günlük süreç hiç kuşkusuz filmin en can alıcı bölümü. 40 yolcu ve 5 mürettebattan oluşan kafileden kaza anında 33 kişi hayatta kalırken ertesi gün bu sayı 28 kişiye düşüyor. Kar ve fırtınanın yol açtığı zorlu mücadelenin içinde hayatta kalanların hızlı organize olup çözüm bulma çabaları filmin ritmini yükselten etkenlerden biri. Birinci haftanın sonunda bir kişiyi daha kaybeden grubun yiyecekleri de tükenince yaşamak için geriye tek bir şansları kalıyor; ölen arkadaşlarının etlerini yemek.

Cannibalism (yamyamlık) konusu kazanın olduğu dönemden beri dünya kamuoyunda tartışılmayı sürdürüyor. Doğal olarak modern toplumlarda şiddetle lanetlenen ve reddedilen bir kavram ancak ortada bu insanların yaşamak zorunda kaldıkları bir gerçek var. Filmde de anlatıldığı üzere hayatta kalanlar yokluktan ayakkabı bağı ve tütün yiyor, idrarları siyah renkte akıyor, fiziksel ve zihinsel olarak insani özelliklerini yitirmeye başlıyorlar. Yine filmde gösterilen bir detay da bu insanların birçoğunun Katolik olması ve insan eti yemeyi dinî olarak reddetmeleri. Buna rağmen sonraki günlerde o reddedenler de insan eti yiyenlere katılmak zorunda kalıyor.

Filmde hemen her karakterin iç çatışması, travmaları, korkuları ve ikilemleri güçlü bir şekilde işlenmiş. Dolayısıyla yamyamlık durumu kör göze parmak sokularak anlatılmıyor. Ayrıca filmde daha çok ön plana çıkarılan durum yamyamlıktan ziyade doğayla verilen amansız savaş. Bu aşamada da yönetmen Bayona ve senaryo ekibinin hakkını teslim etmek gerek. Hassas bir konu hakkında oldukça titiz bir çalışma yaptıkları net bir şekilde anlaşılıyor. 

Karakterler arasındaki bağ da filmde yoğun ve başarılı bir biçimde kendine yer buluyor. Yazının başında da bahsettiğim gibi kaza öncesi kendilerinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen karakterler hayatta kalabilmek için birbirlerine sımsıkı tutunarak kişisel dönüşümlerini gerçekleştiriyorlar. Filmin adında da geçen “kardeşlik” olgusu karakterler için adeta vazgeçilmez bir unsur olarak dikkat çekiyor. Bazıları kaza öncesi birbirlerini belki de hiç tanımasalar da bir noktadan sonra her bir karakter, bir diğeri için ailesinden, tanrıdan, hatta kendi varlıklarından daha değerli hale geliyor. 

Film hakkında anlamlı bulduğum bir diğer husus da hikayeyi anlatan kişinin seçimi. Filmin anlatıcısı Numa Turcatti kazanın ardından hayatta kalan 33 kişiden biri olsa da kurtarma ekipleri gelmeden önce ölen son kişi. Numa rugby takımından biri değil, bir hukuk öğrencisi. Takımdaki birkaç arkadaşının ısrarıyla uçağa binmeye son anda karar veriyor. Kazanın altmışıncı günündeyse bedeni yaşadığı acılara dayanamıyor. Yönetmenin tercihi olarak hikayeyi Numa’nın anlatması bana göre filme anlam katan önemli bir detay, çünkü Numa diğerlerinin aksine filmin başında gelecek hedefleri olan, olgun ve canlı bir karakter olarak gösteriliyor. Dağda yaşananları ölenlerin adına anlatıyor olması da filme değer katan bir başka metafor. Numa karakterine hayat veren Enzo Vugrincic’in yanı sıra Matias Recalt (Roberto Canessa rolüyle) ve Agustin Pardella (Nando Parrado rolüyle) da oldukça başarılı ve rollerinin hakkını sonuna kadar vererek oynuyorlar. Gerçek kişileri oynamak her ne kadar güç ve riskli olsa da performansları asla sırıtmıyor.

Filmin teknik yanları kusursuz değil. Açıkçası uzun zamandan beri bildiğim ve nasıl çekileceğini merak ettiğim bu hikayenin görüntü ve kurgu açısından çok daha potansiyel içerdiğini düşünmekle birlikte korkunç bir sonucun da ortaya çıkmadığını söyleyebilirim. Başarılı bulduğum kısımlarıysa kesinlikle ses ve makyaj tasarımı. Kaldı ki En İyi Makyaj dalında Oscar adaylığı kazanmış olması yapılan işin ne kadar gerçekçi ve ilgi çekici olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte mekânın kullanım biçimi de dikkate değer, zira filmin anlatısında atmosferin yarattığı gerilim hayati bir yer tutuyor. Yönetmenin bu anlamda da eline yüzüne bulaştırmadan gayet iyi bir atmosfer yarattığını izlemek beni ayrıca mutlu etti.

Society of the Snow inanç, umut, kardeşlik gibi değerlerin içini boşaltmıyor, aksine, bu kavramların gerçekten zor şartlarda ne anlama geldiğini izleyicilerin duygularını istismar etmeden aktarıyor. Göz ardı etmek zorunda kaldıkları değerleri dağda yitirerek evine geri dönen yolcuların gerçekten hayatta kalıp kalmadıklarıysa izleyicilerin takdiri.