Soğuk Savaş Döneminde Güvenliğin Dönüşümü
Soğuk savaş döneminde güvenlik yaklaşımlarının realizmin ve ralistlerin etkisiyle nasıl değiştiğini ve dönüştüğünü inceleyelim!
Soğuk savaş dönemi, güvenlik açısından yaşanan dönüşümün çok net gözlemlenebildiği bir dönemdir. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle beraber ortaya çıkan ve neredeyse 40 yıl süren bu dönemde, güvenliğin mantığı da değişmiş ve dönüşmüştür. Özellikle I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra uygulanmaya çalışılan güvenlik anlayışının çöküşü II. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasıyla açıklanabilir. Ancak II. Dünya Savaşı’nın da yıkıcı sonuçlarıyla yüzleşen devletler, yeniden bir dünya savaşı yaşanması tehlikesiyle karşılaşmak istememişlerdir.
Soğuk Savaş döneminde, öncesine kıyasla çok daha etkili bir şekilde “nükleer silahlanma” ve bunla bağlantılı olarak “nükleer savaş” tehlikesi ortaya çıkmıştır. Askeri güce çok daha bağımlı ilk iki dünya savaşında bile yaşanan yıkımlar göz önünde bulundurulduğunda, nükleer bir savaş durumunda dünyanın adeta yerle bir olması beklenebilir. Bu noktada realistlerin güvenlik anlayışı ve karar vericilerin mantığı karşımıza çıkmıştır.
İki kutuplu bir hale gelen dünya düzeninde nükleer savaş ihtimali, dönemim iki süper gücü Sovyetler ve ABD arasında söz konusudur. Bu noktada karşımıza “nükleer alarmistler” çıkar. Nükleer alarmistler ilk nükleer çağ ve ikinci nükleer çağ arasındaki ayrımı yaptılar. Buna göre nükleer tehdidi dört mit üzerinden açıkladılar. O dönemde nükleer silahlanma üzerinde çalışan tüm herkese göre ortak bir görüş olan, nükleer silahlanmanın ABD'nin karşı karşıya olduğu en ciddi tehdit olduğu görüşünü aktarmışlardır.
Sadece ABD için değil, tüm dünya için sonuçları tahmin dahi edilemeyecek bir tehdit olan nükleer silahlanma için kullanılan en etkili görüş realistlerin görüşleridir. Birbirinden farklı görüşlere sahip olan realistler olsa da, bu dönemi domine etmeyi ve dış politikada karar alıcıları etkilemeyi başarmışlardır. Nükleer silahların, uluslararası güvenlikte yeni bir dönemi başlatmış olmasıyla beraber dünyanın daha önce bahsettiğim iki kutbu arasında da yeni güvenlik politikalarının şekillenmesine sebep olmuştur. Bu politikalar şekillenirken “caydırıcılık” esasına dayandırılmıştır. Bu caydırıcılık politikaları devletlerin rasyonel karar vereceğine dair bir görüş üzerine kurulmuştur.
Bu noktada devletlerden rasyonel karar vermelerini beklemek, realizmle doğrudan ilişkilidir. Realistler dış politikayı analiz ederken de devletlerden rasyonel aktörler olarak bahsederler ve nasıl hareket edeceklerini bu rasyonellik üzerinden tanımlarlar. Öte yandan, tanınan bir realist olan Waltz, nükleer silahlanma konusunu daha farklı bir noktadan ele alır. Ona göre daha fazla nükleer silah, uluslararası istikrarı sağlamak için gerekliydi. Çünkü daha fazla nükleer silahın var olması, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi açısından uluslararası arenaya istikrarı getirebilirdi.
Tüm bunlara baktığımız zaman dönemin ana yaklaşımı olan realizmin, ana prensiplerinden uzaklaşmadan Soğuk Savaş dönemini açıkladığını ve buna uygun politikalar izlenmesine yardımcı olduğunu görüyoruz. Bana göre ise realizm pek çok noktada dönemi açıklamak ve doğru yorumlamak konusunda yetersiz kalmıştır. Devletlerin rasyonel aktörler olduğu düşüncesi üzerinden ilerlemek, nükleer silahlanma tehdidinin ciddiyetinin anlaşılamamasına sebep olmuştur.