Stresin Derin Kökleri: Fromm, Marcuse ve Modern Çağdaki İçsel Çatışmalar
Fromm’dan Han’a uzanan bu yolculuk, stresin modern toplumla kurduğumuz ilişkiye dair ipuçları sunuyor.
Her sabah bir alarm sesiyle uyanıyoruz; gözlerimizi zorla açıyoruz, kahvemizi içiyoruz ve günü bir şekilde geçirmeye çalışıyoruz. Akşam olduğunda ise, yorgun ve tükenmiş bir şekilde yatağa düşüyoruz. İçimizde bir huzursuzluk, bir eksiklik, bir ağırlık var ama ne olduğunu tam olarak anlayamıyoruz. Bu stres, bir ruh hali değil; adeta modern zamanın ta kendisi. Peki ama neden? Neden bu kadar kırılgan, bu kadar huzursuz hale geldik?
Geçen yazımızda Marx, Engels ve Freud’a kulak verdik. Şimdi, bu felsefi yolculuğu Erich Fromm, Herbert Marcuse ve çağdaş psikanalistlerin düşünceleriyle sürdürüyoruz. Bu düşünürler, modern toplumun stresini yalnızca bireysel bir zayıflık olarak görmek yerine, çok daha derin, sistemsel ve kültürel bir sorun olarak ele alıyorlar. Hadi gelin, birlikte bu stresin köklerine inelim.
Erich Fromm: Özgürlükten Kaçış ve Kendini Sevmenin Zorluğu
Erich Fromm, insanın özgürleştikçe daha yalnızlaştığını ve bu yalnızlığın derin bir içsel boşluğa yol açtığını söyler. Özgür olmak, her şeyden önce kendi kimliğimizi bulmayı gerektirir. Ancak, Fromm’a göre modern insan, bu özgürlüğü elde ettikçe kaybolur. Çünkü özgürleşmek, bilinçli bir varlık olarak ne yapacağını, kim olacağını, nasıl yaşacağını bulmayı gerektirir. Ancak, bunu yapmayı bilmeyen bir birey, kendisini sürekli olarak başkalarının onayına, toplumun dayatmalarına ve sistemin gerekliliklerine göre şekillendirir.
“Gerçek benliğini bastırmak, ruhun kendi kendini inkâr etmesidir.”
Fromm’un bu sözleri, modern insanın stresini derinden anlamamıza yardımcı olur. Kendini kaybeden bir insan, dış dünyadan onay almak için sürekli çaba sarf eder. Ama bu, aslında bir içsel yok oluştur. Birey, sürekli olarak kendini başkalarına ispat etmeye çalışırken, kim olduğunu, neye değer olduğunu unutmaya başlar. Ve işte bu, hem içsel bir çatışma hem de sürekli bir stres kaynağı haline gelir.
Herbert Marcuse: Tek Boyutlu İnsan ve Bastırılmışlık Kültürü
Herbert Marcuse, modern toplumun bireyi nasıl “tek boyutlu” hale getirdiğini anlatırken, aslında içinde bulunduğumuz sistemin birey üzerinde yarattığı baskıları gözler önüne serer. Kapitalizm, bireyi sürekli olarak üretmeye ve tüketmeye zorlar. Birey, daha fazla ürün almak, daha iyi bir yaşam standardı elde etmek ve toplumsal beklentilere uymak için çabalar. Ancak bu süreç, bireyi gerçekten özgür kılmaz; aksine, ona özgürlük yanılsaması sunar.
“Kapitalizm, bireyin bilinçli direncini değil, sessiz uyumunu ister.”
Marcuse’nin bu tespiti, modern bireyin aslında sistemle uyum içinde yaşadığını ama bu uyumun, bireyin içsel çatışmalarını bastırarak yaşanması gerektiğini anlatır. Birey, kendi duygularını, ihtiyaçlarını ve isteklerini bastırır, sadece sistemin ve toplumun ona sunduğu seçenekler arasında yaşamaya başlar. Duygusal ve ruhsal olarak içsel bir baskı hissetse de, bunun nedenini anlayamaz. Çünkü toplum ona “her şey yolunda” diyor, ona “bu yol doğru” diyor. Ancak Marcuse, bu baskının aslında sadece sistemin çarklarının içinde hapsolmuş bir birey yaratmak olduğunu söyler.
Byung-Chul Han: Tükenmişlik Toplumu ve İçsel Baskılar
Bugün, çağdaş filozof Byung-Chul Han, modern dünyadaki stresin nedenini daha net bir şekilde tanımlar. Han’a göre, günümüz insanı artık dışarıdan gelen baskılarla değil, kendi içindeki baskılarla başa çıkmaya çalışıyor. Neoliberal çağda birey, kendi hayatını bir proje olarak görmeye başlar. Ama bu proje, sadece kariyerinden, sosyal medya profilinden ve tüketim alışkanlıklarından ibarettir. Birey, kendisini bir performans objesi haline getirir.
“Artık dış baskılar değil, iç baskılar daha güçlüdür. Çünkü birey kendi kendini sömürür.”
Han’ın "Tükenmişlik Toplumu" adlı eserinde, modern insanın bu performans takıntısının ruhsal tükenmişliğe yol açtığını anlatır. Bir yanda sürekli daha fazla üretme zorunluluğu, diğer yanda sosyal medyanın yarattığı sürekli onay ve görünürlük baskısı, bireyi içsel olarak sömürür. Ve bu sömürülme durumu, sonunda ruhsal bir boşluk ve tükenmişlik yaratır. Ama en acı verici olanı ise, bireyin kendi bu sömürüyü kabul etmesi ve bunun normal olduğunu düşünmesidir.
Sonuç: Stres, Zayıflığımızın Değil, Sistemle Çelişkimizin Belirtisi
Bütün bu düşünürlerin ortak paydası şudur: Modern stres, sadece bireysel zayıflığın ya da kişisel eksikliklerin bir sonucu değil, toplumsal bir çatışma ve sistemsel bir çelişkinin sonucudur. Marx, Engels, Freud, Fromm, Marcuse ve Han, hepsi aynı şeyi söylüyor:
“Sen yalnız değilsin. Bu sadece senin sorunun değil. Bu, seni şekillendiren koşulların, toplumun ve sistemin sorunu.”
Bu, büyük bir farkındalık yaratabilir. Çünkü stres, aslında toplumun birey üzerinde yarattığı baskıların bir yansımasıdır. Kendini yetersiz, tükenmiş, kırılgan hissetmek, bazen bir sistemin seni nasıl yok ettiğinin, seni nasıl bir “proje” haline getirdiğinin göstergesidir. Ve belki de, bu farkındalık, gerçek iyileşmeye giden ilk adımdır.
Ne Yapabiliriz?
Burada size “bütün bunları geride bırakın, doğaya yerleşin” demek niyetinde değilim. Ama şunu unutmayalım: İçinde yaşadığımız toplumu sadece uyum sağlamak için değil, anlamak ve sorgulamak için de varız. Kendimizi birer araç, birer proje olarak görmeden, kendi kimliğimizi bulabileceğimiz bir dünya kurmak mümkün. Belki de stresin kaynağı, sadece dışarıya odaklanmak değil, içerideki o çelişkiyi fark etmeye cesaret edebilmekte yatıyor.
Kendini anlamak, sadece ne hissettiğini fark etmek değil; bu dünyada neden böyle hissettiğini de anlamaktır. Ve işte bu, gerçek bir iyileşmenin ilk adımı olabilir.
Stresin gerçek kaynağını öğrendiğinde, belki de ilk defa gerçekten nefes alabilirsin.
KAYNAK
https://en.wikipedia.org/wiki/Escape_from_Freedom
https://smus.com/books/the-burnout-society-by-byung-chul-han/