Tabuları Yıkan Bir Yönetmen: Lars Von Trier

Sanat eleştirmenlerine göre sinemanın asi dehası, ürettiği eserlerle bize simgeleri tersten sunan bir yönetmen; Lars von Trier.

Münakaşaya açık bir konu olsa da onun filmlerinden çıkarımlar şu yön; sinemada kabul görmüş tüm kuralları yıkamış veya oluşturmuşen bizim sinemasında ve hatta yönetim yönetimini olarak Trier parmakla gösterimde.

Filmlerini ya beğenirsiniz ya da salonunu terk edersiniz. Kara film, melodram, erotik-dramdan, korkuya kadar uzanan geniş bir yelpazede farklı türlerin sinemasında dışvurumculuğa ve sürrealizm tedavisi sinemayla beslenmekte olabilir.

Bu dışavurum yansımaları, yaşayan yaratıkların senaryolarına sahip Trier için terapi özelliği taşınan da anlatılar arasında. Küçük yaştan itibaren bilgisayarlardan muzdarip biri olarak filmlerinde karakterlerinin şeytanlarla, sergilediği, korkuyla mücadeleye devam eden nöbetlerini izleyenlerine de yansıtmaktadır. Öyle ki açık açık rahatsızlık vermek onun imzası niteliğindedir. 

İlk yapıtlarından beri özgür bir sinema anlayışıyla yola çıkan ve sinemanın kalıplaşmış biçimlerinden uzak duran bir tavır sergileyen Trier için beyaz perdenin anlamı sığınak hatta yüzleşme alanıdır. Filmlerinde provokatif bir dil alarak kalmaz tabuları yıkmayı hedefler, bir performans daha ilerletip seyircinin gözlerine bakar ve tüm açıklığıyla sunar. Hiç şüphesiz Lars von Trier'in senaryoları sinemaya bir başkaldırı niteliğindedir. Sinemayı artık varolan Marvel ve DC gibi ticari bütünleşmesinden çıkararak merkezi mekanda bulundurmak adına bir kurtuluş hareketi olarak barındırılıyor. 

Trier bir manifesto mudur? 

Saf sinemanın, ticari kaygılarla üretilen ve biçimin ön ortamında olduğu filmlere bir tepkidir. Yapmacıksız, sade ve otantik bir sinema arzusudur. Özellikle de bir ifadesiyle dikkat çekmiştir. 'Benim işim tahrik etmek, çünkü bu şekilde iyi film yaparsınız!' Çirkinliği yüceltmek ve güzelliğin her yerde bulunabileceğini göstermeyi görev edinmiştir. Trier, Dogma 95 eserlerinin bir yazısını yayınlayarak cüretkarlığın eşiğindeki başkaldırısına bir de manifesto oluşturmuştur.

Trier filmleri mutlu sonlarla tamamlanamaz. Onun için asıl son, hayatın gerçekliğini, acımasızlığını, belirsizliğini hatta umutsuzluğunu vurgulaması gerekir. Bu haftalarda ki izleyici tarafından genel görüş yavaş ve rahatsız edici olmasıyla yorumlanır. 

Kahramanın Yolculuğuna Yer Yok

Trier'in filmlerinde klasik olay örgüsünü bulamazsınız, yoğun diyaloglara yer yoktur. Mekan konsepti bir anda yok olabilir sizi c noktasından z'ye sürüklerken kendinizi başlangıçta bulabilirsiniz. Tamam ama “Kahramanın Yolculuğu” ne diye sorduğunuzu duyar gibiyim bunu başka bir yazıda ele alabiliriz ama konunun bütünlüğünü bozmamak adına kısaca bahsedeceğim. Klasik sinemanın zaman mekan ve olay örgüsünü düşünün. Ana kahramana bir teklif gelir ve tam da emekli olacağı olacağı güne özeldir. Kahramanımız bu olaya tepkisiz kalır ama birisi onun canını yaktığında anda olay örgüsü tamamen başlar.

Trier’in yapıtlarında ise tersine o an olayların suratlarınıza tokat gibi geldiğini cüretkarlığı  pençesinde acıyı ve ızdırabı yaşarken sizlerin sadece izleyici konumundan bir göz olarak kalmanızı sağlar. Hisler tanıdıktır, tutumlar bambaşka. 

Reddettiğin Trierle Meşrulaşır

Ona göre yanlış ve doğrunun kendisiyle değil, onların birbirini üretimiyle ilgilenir; iyi ve kötü doğadan değildir, asıl anlatı bir şeyin karşıtı olmazsa o şeyin tanımı olmayacaktır. Sinemayı düşünürken, onu onda olmayan fakat onunla inşa edilen bir bağlamla anlamaya çalışmanın bilincinde olmalıyız. Dolayımsız bir şeye dolayım katarız, duyumsatanı sorularla, düşünerek bulmaya çalışırız. Toplumu ve toplumsallığı anlamaya çalıştığımızı unutmamamız gerekir. Diğer yandan, yorum gösterilenlerin önüne geçmemelidir.(Foucault, 1987, s. 34).

Amerika Üçlemesi’nin ilk filmi Dogville’i ele alacak olursak; bir tiyatro sahnesinde geçer. Duvarlar çizgilerdir. Kasaba halkı herşeyi bilir ama sessiz kalır. Ana karakterimiz Grace masum ve iyilik dolu bir kadındır ama her iyiliğin içinde bir miktar kötülük mevcuttur. İşler asla istenilen düzende gitmez. Konu Trier ise asla Grace ilerleyen sahnelerde bütün emirleri harfiyen yerine getirmeye çalışan minnettarlığıyla yerli halka iyi yaklaşan bir roldedir ama kötülüğe maruz kalır. İyiliği ne kadar ön planda ise, gördüğü baskı ve tecavüz de o denli alenen gösterilir. Kasabalılar kötülüklerinin farkındadır ama o kasabada yaşıyor olmak bu kötülüğü telafi eder. Çünkü onlar bu alanın asıl sahipleridir. Grace ise onların kölesi konumundadır. Filmin sonlarına doğru asıl kötü adam Grace’in “lütfuyla” hayır burada kestik elbette hepimizin bildiği gibi bir filmin sonunu söylemek kavga sebebidir.

Daha steril kabul gören Amerikan toplumu ve kendine özgü pragmatizmi Lars von Trier tarafından filme çekilmiş gibi algılayabilirsiniz. “Kazanan yoktur, aksine burjuva kültürü kaybetmeye her zaman mahkûmdur.” En saf iyi niyet kaçınılmaz bir kötülükle sınanır. Kendini karşı-katarsiste bulan izleyiciler ideallerin kişilerin sağlaması yapılamaz çünkü toplum ruhbanlaşmış sayılmaktadır.

Trier’in güç odaklı, iktidar ve politika ile somutlaştıran öteki kavramların sahiplenmesini ısrarla anlatır. Çünkü iktidar, toplumda diğerlerini oluşturarak meşruiyetini sağlamlaştırır. İktidardan bağımsız olan öteki, dürtüsünü Lars von Trier’in karakterlerinde görmek mümkündür. Ana karakterlerin kişiliklerinde adanmışlığı ile çoğunluğun imgesel olarak yüceldiği fakat kabul görmeyen pratiklere sahip olduğunu söylemek mümkündür. 

Sonuca doğru ilerlediğimizde ötekini savunan ama diğer yandan tüm kuralları yıkan bu yönetmenimizin sinemanın asi çocuğu olup olmadı tartışmasını birde size sormak isterim. Bu soruyla beraber asıl konuda ortaya çıkar.

 Gerçeği tokat gibi suratlarına vurmak ve savunmak ne zamandır asilik oldu?