Toplumun Dışında Bir Ruh: Werther’in Acıları ve Yalnızlığı

"Anlaşılmamak bizim gibilerin yazgısı."

Bazı insanlar vardır, dünyanın içinde ama ona ait değilmiş gibi yaşarlar. Toplumun kalıplarına sığmaz, kurallarına uymaz, herkesin anladığını sandığı basit şeyleri bile derinlemesine sorgularlar. Goethe’nin Genç Werther’in Acıları adlı romanının başkahramanı Werther de işte tam olarak böyle biridir. O, topluma yabancı, dünyaya uyumsuz, kalbinin sesiyle yaşayan, duygularını her şeyin üstünde tutan bir karakterdir. Ama tam da bu yüzden trajik bir sona mahkûm olur.

Werther, aristokrat bir çevreden gelmesine rağmen, toplumun belirlediği rollerden hoşlanmayan biridir. O, kâğıt üzerindeki unvanlarla, protokol kurallarıyla, yüzeysel ilişkilerle ilgilenmez. Onun için önemli olan, insanların iç dünyasıdır; bir sohbetin samimiyeti, bir manzaranın hissettirdikleri, bir kitabın ruhuna dokunmasıdır.

Ancak yaşadığı toplum, onun gibi insanların varlığına pek tahammül etmez. Werther, yüksek sınıftan gelen biri olmasına rağmen, alt tabakadaki insanlarla dostluk kurar. Onlarla oturup konuşur, hikâyelerini dinler, dertlerine ortak olur. Bu, dönemin katı sosyal yapısına ters bir durumdur. Zira aristokratlar kendi sınıflarının dışına çıkmaz, halkla mesafeli bir ilişki kurardı.

Werther’in bu sınırları aşması, onun toplum tarafından dışlanmasına neden olur. Önce gizli bir hoşnutsuzlukla karşılanır, ardından açıkça alay konusu olur. Özellikle soylular arasında kendine yer bulmaya çalıştığında, ona karşı takınılan soğuk ve küçümseyici tavırlar onu daha da yalnızlaştırır. Onun naifliği, aşkı ve sanat sevgisi, toplumun gözünde “fazla hassas” bir adamın zaafları gibi görülür.

Toplumun gerçekliği, Werther için boğucu bir hapishanedir. İnsanların sadece statüleri ve görevleriyle var olduğu bu dünyada, duyguların bir anlamı yoktur. Onun dünyası ise bambaşkadır; duyguların yoğun yaşandığı, aşkın ve sanatın insanı yücelttiği bir dünya. Ancak yaşadığı toplumda bu dünya sadece bir hayaldir ve Werther, bu hayali gerçeğe dönüştüremediği için gitgide acının içine sürüklenir.

Werther’in duygu dünyasını anlamak için, onun en büyük trajedisini—yani Charlotte’a olan aşkını—incelemek gerekir. Werther, Charlotte’a âşık olur olmaz, onu hayatının anlamı hâline getirir. Onu sadece bir kadın olarak değil, saf iyiliğin ve kusursuz sevginin bir simgesi olarak görür. Charlotte’un evli ya da nişanlı olması onun için bir detaydan ibarettir; çünkü aşkın karşılığa ihtiyacı olmadığını, sadece yaşanması gereken bir duygu olduğunu düşünür.

Ancak zaman geçtikçe, aşkı bir tutkuya, tutku ise bir hastalığa dönüşür. Charlotte onun gözünde o kadar ulaşılmaz bir konuma yerleşir ki, Werther için dünya tamamen anlamsızlaşır. Zira onun gözünde, aşkın olmadığı bir dünya yaşanacak bir yer değildir.

Burada Werther’in en büyük trajedisi devreye girer: O, aşkın gerçek hayatta nasıl işlediğini anlayamaz. Charlotte’un ona olan şefkatini, onun da kendisine karşı aynı aşkı hissetmesi olarak yorumlar. Oysa Charlotte onu bir dost olarak görmektedir. Werther’in aşkı ise dostluğun çok ötesinde, derin ve yıkıcıdır.

Bu duygusal dengesizlik, onun psikolojisini hızla çöküşe sürükler. Kendini toplumdan soyutlar, doğanın içine çekilir, geceleri uykusuz kalır, intihar düşünceleri aklından çıkmaz olur. Aşk, başlangıçta ona mutluluk vermiştir ama artık sadece acı getirmektedir.

Werther’in ölümü, onun için bir kaçış olduğu kadar, aynı zamanda bir başkaldırıdır da. Topluma uyum sağlayamayan, aşkına karşılık bulamayan bir ruhun, bu dünyada var olmasının bir anlamı kalmamıştır. Werther, kendi dünyasını yaratamazsa, gerçek dünyada yaşamaya devam etmenin bir anlamı olmadığını düşünür.

Ancak onun intiharı, yalnızca bir bireyin dramı değildir. Aynı zamanda, toplumun duygusal derinliği olan insanlara nasıl bir çıkışsızlık sunduğunu da gösterir. O dönemin toplumu, duygu insanlarına yaşam alanı tanımayan, katı kurallar içinde sıkışmış bir sistemdir. Werther, bu sistemde kendine bir yer bulamaz. Onun için ölüm, toplumun ve kurallarının dışında bir varoluş biçimi hâline gelir.

Bir anlamda, Werther’in ölümü, onun duygularına duyduğu sadakatin en yüksek noktasıdır. O, duygularına ihanet etmek yerine, yaşamına son vermeyi seçer. Charlotte’suz bir hayatın anlamı yoktur. Toplumun ona sunduğu seçenekler de yoktur. O hâlde geriye tek bir şey kalır: Kendi kaderini kendi elleriyle çizmek.

Werther’in hikâyesi, sadece 18. yüzyılda kalmış bir anlatı değildir. Onun hissettikleri, bugün de pek çok insanın hissettiklerine benzer. Toplumun katı kurallarına uymayan, duygularıyla yaşayan ve her şeyi derinlemesine hisseden insanlar, hala dışlanmakta, anlaşılmamaktadır.

Belki Werther, hayata daha farklı bir açıdan bakmayı öğrenebilseydi, belki aşkın tek taraflı bir duygu olabileceğini kabul edebilseydi, belki de kendisini toplumun dışında bırakmak yerine, kendine bir yer bulmaya çalışsaydı, sonu böyle olmazdı. Ama o, aşkı her şeyin önüne koyan biriydi ve aşkı gerçekleşmeyince, kendisi için yaşanacak bir dünya da kalmamıştı.

Goethe’nin Genç Werther’in Acıları, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda bir “uyumsuz insanın” trajedisidir. Werther gibi insanlar her çağda var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Onları toplumun kalıplarına sığdırmak yerine, oldukları gibi kabul etmek belki de en doğrusu olacaktır. Çünkü her şeyden önce, Werther’in acıları yalnızca bir bireyin acıları değil, duygularını bu dünyanın sınırlarından daha büyük gören herkesin ortak hikâyesidir.