Vals
Hiç başlamamış bir dansın öyküsü olur mu?
Ayağının altında ezilen buzların sesi kulağını okşuyordu. Yere her basışında çıkan gürültülü çıtırtılarla tatmin ediyordu her fırsatta yüzünü ipeksi bir kumaşla örtüp kendini gizleyen ruhunu. Şu ana kadar ki tüm hayal kırıklıklarını yollara boylu boyunca sermişçesine sert sert vuruyordu çamurlu siyah botlarını yere. Vurdukça hayallerinin intikamını alıyor, ezdikçe yeni hayaller kuruyordu. Yarı eriyip çamurlaşan karın pantolonuna sıçramasını önemsemiyordu. Yalnızca yürümek ve yürüdükçe daha çok buz kırmak istiyordu. Diğer günler gibi keyifsiz bir gün oluyordu aslında, fakat umursamıyordu artık bunu. Tadı tuzu olmayan, neşesini güneşin doğumuyla yitiren sabahlara gözünü açmaya alışmıştı sonunda. Gazetelerde okuduğu kişilerin bile ne yaşadıkları ya da ne hissedip düşündükleri alakadar etmiyordu artık Adil Bey’i. Onu neyin ilgilendirdiğini de bilmiyordu. Ancak biri bir şey sorarsa cevaplayabilirdi. Hatta onu bile yapabilir miydi? Emin değildi.
Isıran soğuğa rağmen yeşil, az lekeli parkasını çıkarıp hafiflemişçesine sıyırdı düşüncelerini zihin sofrasından. Bir başka kimse gibi bakmaya çalıştı kendi düşüncelerine. Sık denediği bir şey değildi. Zorlandı haliyle. Her şeyi abarttığını düşündü birdenbire. Sonra vazgeçti. Sonra tekrar aynı düşünceye kapıldı. Sonra bir daha vazgeçti. Bir defa daha sıyırdı düşüncelerini. Bu kez bir şey düşünmek istemediğinden yaptı bunu.
Gidecekti. Hediyeyi verecekti. Gelecekti.
Hepsi bu kadardı.
Düşünmeye gerek, yoktu.
Zaten düşünmek, bu insanların arasında yapılacak uygun bir eylem değildi. Hissizleşmiş ve alçaklaşmış olarak gördüğü kendisini bu insanların arasındayken adeta bir yabancı gibi görüyordu. Ürküyordu. Hem kendisinden hem de insanlardan. Belli etmiyordu pek korkusunu. Cesur görünmeye çalışıyordu soğuk şehrin buzdan insanlarına. Zira cesaret demek güç demekti çoğu için. Halbuki güç, korkudan geçiyordu. Bilmiyorlardı.
Ayağı kayar gibi oldu. Yokuş dikti. Düşmediğine sevindi. Kendini hâlâ sevdiğine daha çok sevindi. Korku bir anda tüm düşüncelere galip gelmişti. Şaşılacak şeydi doğrusu. Daha geçenlerde ne kadar mutsuz olduğundan ve ölmeyi kafasına koyduğundan bahsetmişse de düşme korkusu bile yetmişti bu zırva düşüncelerden kurtulmasına. O da şaşırdı.
Adil Bey, kahvehaneye girer girmez Ceyhun Bey’i görmüştü. Park’a gitmeden önce “Gel bir iki bardak çay içeriz, sonra gidersin” demişti Ceyhun Bey. Uzatmadan kabul etmişti Adil Bey. Oturdular. Biraz iş, biraz boş konuştuktan sonra sessizlik oldu. Ahşap duvarlı kahvehaneye gelmişti şimdi söz sırası. Adil ve Ceyhun susacak; duvarlar, parkeler, avizeler ve masalar konuşacaktı. Fakat onlar da konuşmadı. Herkes sustu, insanlar konuştu, onlar dinledi.
Araları gayet iyiydi. Sadece aynı kıza âşık oldukları dönemde biraz bozulur gibi olmuştu araları. Bozulmamıştı. O kız şimdi yoktu. En azından, Adil Bey’in kalbinden çıkıp gitmişti çoktan beri. Hatta yerini bir başkası almıştı. Ceyhun Bey de bir başkasıyla birlikteydi artık. Aralarındaki anlamsız kırgınlığı yüce olgunlukları bitirmişti. Öyle miydi acaba? Yoksa ikisi de Aşk’a sadakat nedir bilmeyen birer aylak mıydı yalnızca? Bunu yalnız kendileri bilebilirdi. Hatta birbirlerini dahi bilemezlerdi. Yalnızca kendileri, kendilerini bilebilirlerdi.
Garson geldi. Adisyonu hiç sormadan masaya koydu. Diğer elinde tuttuğu çay tepsisinden iki bardak çayı koydu masaya. Sol göğüs cebinden çıkardığı arka ucu kırık, mavi mürekkepli, tükenmez kalem ile bir çarpı koydu adisyon kağıdına. Genç biriydi. Adil Bey ve Ceyhun Bey’le yaşıt sayılabilirdi belki de. Ancak saygı gereği “Abi” demişti bu iki beyefendiye. Onlar da yadırgamamıştı bu hitabı. Hoşlarına gitmişti. Ne de olsa tam bir beyefendiydi her ikisi de. Herkesten ciddi, herkesten daha önemlilerdi. Fazla kalabalık değildi kahvehane. Ona rağmen garson, getirdiği çayın birazını çay tabaklarına sıçratıyordu. Adil Bey hoşlanmazdı bu durumdan. Yine de ağzını açmadı. Belki de yıldığından.
Yine, en iyi kendisi bilebilirdi.
Ceyhun Bey bozdu sessizliği. Çayından yudum alacağı sırada kara kaşlarını kaldırıp sordu: “Ne zaman vereceksin hediyeyi?”. Çayından yudumunu aldı. Ceyhun Bey’in yüzünde gizliden de olsa o aşağılayıcı tebessümü sezmişti Adil Bey. Yine de cevap verdi. “Buradan çıkınca vereceğim” dedi ve o da çayından yudumunu aldı. Biraz bekleyip, aslında nasıl soracağını kafasında iyice tartıp, dayanamayıp bir soru daha sordu Ceyhun Bey “Niye vereceksin ki hediyeyi oğlum, enayi misin sen? Hediye götürdün diye kız seni sevecek sanıyorsan yanılıyorsun bence. Lakin illa da mutlu olsun istiyorsan o başka, ona bir şey diyemem”. Adil Bey, Ceyhun Bey’in aniden böylesine doğru bir noktaya değinmesine şaşırdı. Gerçekleri soğuk bir tokat gibi yüzüne çarpmıştı Ceyhun Bey. Ne diyeceğini bilemedi. Böylesi bir yüzleşmeyi Park’a gidip onunla konuşmadan yapmak istemiyordu. Böylesine heves kırıcı bir düşünceye aklının hiçbir köşesinde yer göstermedi. Biraz düşündü. “Hı hı, mutlu olsun yeter, başka bir şey yok”. Çenesi hafif titremişti bunu söylerken. Pek istekli kurmamıştı bu cümleyi. Zümrüt Hanım onu sevsin istiyordu. Ufak bir hediyeyle böyle bir şeyin imkânsız oluşunun farkındaydı elbet. Ancak, ne olursa olsun bu düşünceyle çıkmak istiyordu karşısına.
Dimdik.
Anlaşmış gibi her sorunun ve her cevabın ardından birer yudum içiyorlardı çaylarından. Saatine baktı Adil Bey. Bire çeyrek vardı. Kalktı. “Ben gideyim, geç kalacağım yoksa” dedi nispeten sessizce. Ceyhun Bey kafasını kaldırıp “Gelecek misin?” diye sordu. Adil Bey, geleceğini söyledi. “Tamam o zaman git gel, konuşuruz.” deyip uğurladı Adil’i Ceyhun Bey.
Yürürken on, on beş dakika önce yaşadıklarını hatırlıyordu. Düşünmeye değer değildi, biliyordu. Derin düşünmemek, Zümrüt Hanım’la buluşmadan önce zihnini doldurmak istemiyordu. Çünkü ona göre düşünmek, kalbin kapılarını kapatmaktı sonuna dek. Düşünürse yaptığının ne derece akılsız ve bencilce bir hareket olduğunu fark edecekti. Bundan korkuyordu işte Adil Bey. Evet, tam da bundan korkuyordu.
Park’ın önündeki otobüs durağına varmıştı. Eskimiş, yırtılmış hatta belki yapıştıranın dahi hatırlamadığı bir sürü ilanla sarılmıştı durak. Kendi rengi bile zar zor görülüyordu artık. Var olan ilanların üzerlerine yer yer yenileri yapıştırılmıştı. Bakar bakmaz bağırıyorlardı adeta varlıklarını. Fakat, Adil Bey ilk önce durağın mavi kısımlarını görmüştü. Kendi rengini. Fazla yüksek sayılmazdı durak. Eski bir muhitin eski bir durağıydı işte. Durağı biraz geçti. Buz kalmamıştı yerlerde. Sadece kar. Beş parmak kadar ya vardı ya da yoktu. Bir iki adım daha attı. Park’ın girişine geldi. Önce içeri baktı. Her yeri karla kaplanmıştı ufacık parkın. Kaydıraklar, salıncaklar, banklar… hepsi örtmüştü kendini. Her biri sessizliğe gömülmüş, baharı beklemekteydiler. Adil Bey bunu hissetmişti. Çocukların gülüşlerini haykıramayan bu parka acımıştı kendince. Baharın mutlaka gelip de bu örtüyü büyük bir şölenle kaldıracağını bildiğinden fazla endişe etmiyordu. Yalnızca, “keşke hep bahar kalsa” diye geçirdi içinden. İsteğinin koskocaman bir saçmalıktan ibaret olduğunu o da biliyordu. Biliyordu ancak istemek, hayal kurmak bunlar ucuz şeylerdi. Herkes, fevkalade yapabilirdi.
Parkın aslında belli bir girişi yoktu. Duvarların bittiği noktaları giriş olarak düşünmüştü Adil Bey. Parkın girişinden biraz durağa doğru geri yürüyüp arada bir yerde bekledi. Parkın alçak örülmüş kızıl duvarına yaklaştı. Duvarların üstü oturulabilecek durumdaydı aslında ama ıslak olabilir diye düşündüğünden oturmadı Adil Bey. Ayakta beklemeye karar verdi. Sonra aklına duvarların üstünde kar olmadığı geldi. Park’ın içindeki her şey karla kaplı olmasına rağmen sadece parkın kibirli duvarlarını örtememişti kar. Duvar olmanın en büyük avantajı buydu belki de. Kimsenin örtemediği kadar haşmetli gözükmekti işte bütün mesele, diğer her şeyden ve herkesten alçak örülmüş olsan bile.
Bir elinde tuttuğu hediyesini önüne getirdi. Pembe, parlak bir paketti. Birazcık yıpranmıştı. Paketin köşelerini baş ve işaret parmaklarıyla keskinleştirerek düzetti. Hediyeden ziyade mektubu vermekti asıl iş. Sadece basit bir hediye vereceğini söylemişti Zümrüt Hanım’a. Zümrüt Hanım çaresizce, biraz da ne diyeceğini bilemeyerek kabul etmişti hediyeyi almayı. Ağzından çıkan her kelimeyi sanki elleriyle işliyormuş gibi önemsiyordu Zümrüt Hanım. Her ne kadar Adil Bey’i sevmiyorsa da onu kırmak, istediği son şeydi. Arkadaşlıklarını masum bir sevginin acımasız ayrılığında bırakmak istemiyorlardı. Bu yüzden, ikisi konuşurken metrelerce yüksekte bir halatın üzerinde dengede kalmaya çalışır gibi görünüyorlardı.
Beklemek artık ağır gelmeye başlamıştı. Saatine baktı, dişlilerin sesini daha net duyuyordu. Kolunu indirdi. Elini parkasının cebine soktu. Hava soğuktu. Etrafına bakındı. Henüz gelmemişti. Tekrar eğdi boynunu. Yerdeki karlara ayağıyla hafifçe vurmaya başladı. Gözüne bir kadın ilişti. Gelen, Zümrüt Hanım’dı. Biraz daha yaklaşana kadar onu görmemiş gibi yaptı Adil Bey. İnandırabilmiş miydi bilmiyordu. Zümrüt Hanım inanmış gözüküyordu.
İki elini montunun ceplerine sokmuş, hem aceleyle hem de ağır ağır Adil’e doğru yürüyordu Zümrüt. Attığı her adım Adil’i heyecanlandırıyordu. Gelmeden önce kafasına yerleştirdiği birkaç cümleyi sessizce bir kez daha tekrar etti Adil. Zümrüt’ün ona yaklaştığını hissettikçe orayı terk etmek istiyordu. İçinden, Zümrüt’ün oraya gelmemesini arzuluyordu. Bu arzu anlamsızdı.
Zümrüt, oradaydı.
Söz verdiği üzere saat tam birde gelmişti. Adil’i orada göreceğini beklemiyordu aslında. Buluşma yerine ilk gelenin o olacağını kurmuştu kafasında. Fazla durmadı üzerinde. Umursamadı. Ne de olsa en fazla on dakikalık bir buluşma için bunu düşünmek gereksizdi.
Gelecekti. Hediyesini alacaktı. Gidecekti.
Hepsi bu kadardı.
Düşünmeye gerek, yoktu.
Adil’e daha üç adım mesafe varken durdu. Dikildi öylece. Adil, onu daha önce fark etmesine rağmen yedi ya da sekiz adım kala görmüş gibi kafasını kaldırıp gelişini izlemişti. Zümrüt’ün o arada attığı dört – beş adımı defalarca izlemek isterdi. Adımlarını sanki Adil’in kalbinde atıyormuş gibi nazikçe atıyordu. Zümrüt ayaklarını yere her değdirişinde Adil, ritmi hızlanan nabzını o kadar şiddetli hissediyordu ki dizlerinin titremesini bile umursayamıyordu. Yalnızca omuzlarını dikleştirip onu izlemeye koyuldu. Hiçbir şey demedi. Demediler. Onlar sustu; park konuştu. Durup dinlediler.
Zümrüt’ün güzelliği bir başka geliyordu Adil’e. Kuru soğuk rüzgârın şefkat dolu fırça darbeleriyle kızaran yanakları, beyaz teninin üzerine örtülmüş pembe, ipekten bir şal gibi kapatıyordu yüzünün en seçkin yerini. Etraftaki manevi karanlığa rağmen ışıkla bakan gözleri, nezaketini bakışlarına yüklüyordu. Ağzından daha tek bir söz çıkarmadan gözleriyle nutuklar veriyordu sanki. Bu yüzden, hiç konuşmasa bile zarafeti, gözlerinin ardındaki ışıltıdan kolayca seçilebiliyordu. Gözleri yeşildi. Fakat yeşilin bu tonuna daha önce hiçbir yerde rastlanmadığına emindi Adil. Onun için Zümrüt’ün gözleri; hiçbir ağacın hiçbir yaprağında bulunamayacak kadar yeşil, hiçbir dehlizin hiçbir köşesinde olamayacak kadar siyah ve hiçbir boş sayfanın olamayacağı kadar beyazdı. Bu üç rengi böylesine sessizce dans ettiren başka kimseyi görmemişti hayatında. Ne ince ne kalın olan kahverengi kaşlarının altında herkesten habersiz sakladığı şiirlerini okutmamıştı kimseye şu ana kadar. Bakmamıştı kimsenin gözlerine.
Saçlarındaki bakır ve altın renklerindeki teller tek tek belli oluyordu koyu kahverengi tellerin arasında. Kumrallığı, teninin gelinliğiyle süslenmişti. Bir kez çarpan rüzgâr, bir defa daha çarpmak istiyordu her seferinde. Böylesine yumuşak ve parlak saçlarına değen rüzgâr, Kevser’i üşütmüş olacak ki Park’a geldiğinde kafasında şehrinin yağmur bulutlarından daha gri olan beresi vardı. Berenin alın kısmına denk gelen katlanmış tarafında parlak, ince, tel motifler sevincin uyumuyla süzüyordu tüm güneş ışığını Zümrüt'ün gözlerinden içeri. Berenin altından omuzlarından aşağı kayan saçlarının düzlüğünü rüzgâr bozmuştu.
Çok az dağılmıştı. Biraz kabarmıştı…
Montu da beresi gibi griydi. Daha mattı. İşlemesi yoktu. Yalnızca yatay boğumları olan şişme bir monttu. Ellerini montunun ceplerinden çıkarır çıkarmaz önünde birleştirmişti. Çekingenliği buradan belli oluyordu. İki elini birbirine kenetlemiş, sağ elinin baş parmağı ile sol elinin işaret parmağını ovuyordu. Elleri de yüzü gibi bembeyazdı. Parmakları ince sayılabilirdi. Adil’inkine nazaran bir hayli küçük olan avuçlarını göstermemeye gayret ediyordu.
İncecik bir ipin üzerinde iki gökdelen arasında yürür gibiydi.
Montunun fermuarını birazcık açmak için elini boğazına doğru götürdüğünde ellerinin ışıltısı daha da belli olmuştu. Beyaz teni, gün ışığını öylesine isteyerek yansıtıyordu ki Adil’e göre Zümrüt, adeta güneşin en aydınlık gölgesiydi o an için.
Bunları düşünürken boğazını düğümleyen tükürükle boğulmayı hayal etti Adil. Konuşmak gelmiyordu içinden. Geri dönmek istedi. Yapamazdı. Yapamadı. Kalakaldı. Öylece izledi Zümrüt'ü. Bir haftadan beri bu anı kolluyordu.
Zümrüt, oradaydı. Gelmişti.
Montunun fermuarını yukarıdan aşağıya doğru bir karış kadar indirdi. Boynundaki altın renkli, yassı zincir kolyesi ortaya çıkmıştı saklandığı yerden. Kolye inceydi. Fakat parkın duvarları gibi kibirliydi. Zümrüt’ün boynuna sarılı olmanın haklı gururunu Adil’e nispet yaparcasına gösteriyor, onunla alay ediyordu. Birisinin artık söze girip bu ilginç valsi bitirmesi icap ediyordu. İkisi de bitiremiyordu. Park’ın girişinin önünde öylece duruyorlardı.
Titrek bir ses tonuyla “Selam” diyerek söze girmeye yeltendi Zümrüt. Sesindeki soğukluğu yüzünde açtığı bir tebessümle saklamak istedi. Saklayamadı. Aynı ses tonuyla, ama korkusunu saklamadan, “hoş geldin” dedi Adil. “Duvarların üstü ıslak, durağa geçip oturalım mı?” diye sordu ürkek bir kararsızlıkla. Zümrüt, Adil’in teklifini onaylayan bir edayla kafasını öne eğdi. Durağa birkaç adımda varmışlardı. Zümrüt, “Ee nasılsın?” diye sordu. Uzun zamandır tek kelime konuşmamışlardı. Sessizliği bozacak olan sözcük bu olamazdı.
-İyi gibi. Sen?
-Ben de iyiyim.
Önce unvanlarını, sonra isimlerini çıkarmışlardı bir kenara. Muhabbetlerini kaldığı yerden, hiç kesmeden, devam ettirmek istiyorlardı. Haftalardır karşı karşıya dahi gelmemelerine rağmen bu soğuk cümlelerin ardından sıcacık bir muhabbet sarmıştı ikisinin de omuzlarından. Havanın soğukluğunu hissetmiyorlardı. Adil komik bir şey söylüyor, Kevser gülüyordu. Ekseriyetle böyle geçen konuşma Adil’in sağ elinde tuttuğu hediyeyi hafif de olsa kaldırmasıyla bitmişti. Yine aynı ürperti boğuyordu sıcacık damarlarını gençlerin. Sessizlik oldu.
Hediyeyi Zümrüt’e doğru uzattı Adil. Zümrüt, Adil’in değil gözlerine, bu kez yüzüne bile bakmadan kibarca kabul etti hediyeyi. Teşekkür etti. Cümlesinin sonunu getirememişti boğazı. Yutkundu. Adil’in bir şeyler söylemesini bekledi. Buluşmanın başından beri istikrarla koruduğu ürkek tavrını “rica ederim…” derken de takındı Adil. “Bu hediyeyle sana bir sorumluluk yüklemek değil amacım. Lütfen yanlış anlama beni” diye ekledi ardından. Sesine kararlılık ve cesaret konmuştu birden. Kendi de şaşırdı. Fazla üstelemedi. Bu cesurluğu kendisinin hoşuna gitmişti. “Yok, anlıyorum seni, merak etme” dedi Zümrüt. “Fakat biraz garip olmadı mı bu sence de? Yani ne bileyim, mecbur değildin böyle bir incelik yapmaya. Aman, neyse boş ver… Saçmalıyorum yine her zamanki gibi. Teşekkür ederim.” Başını önüne çevirdi Adil. Yola baktı. Tek araba yoktu sokakta. “Annem gelmeden eve gitmem lazım, kalksam sana ayıp olur mu?” diye sordu Zümrüt biraz sonra. Adil, yine şaşırmıştı. Bu kadar kısa olmasını beklemiyordu. Gözlerini yerden toplamaya hiç çalışmadan “olur” dedi, “Hatta istersen eşlik edeyim sana eve kadar?”. Zümrüt, “Ben kendim giderim sağ ol, hem sana da zahmet olmasın” diyerek reddetti Adil’i. Sesindeki, bakışlarındaki, ellerindeki ve ruhundaki zarafeti hiç bozmamıştı geldiğinden beri.
Adil, bir kez daha âşık olmuştu.
Zümrüt duraktan uzaklaşırken Adil biraz daha oturdu. Kaybolana dek gözünü Zümrüt’ten hiç ayırmadı. Söylemek isteyip de söyleyemedikleri kalmıştı yine içinde. Her buluşmada, her konuşmada olduğu gibi yine aynısı olmuştu. Cesaret edememişti. Fakat içi, bu defa daha rahattı. Söylemek istediklerinin çoğu, hediyenin içindeki mektupta yazılıydı.
Zümrüt Hanım’ın mektubu okuduktan sonraki tepkisinden müthiş derecede korkuyordu Adil Bey. Hatta öyle ki Zümrüt Hanım’ın tek bir seslenişiyle yığılıp kalabilirdi durduğu yere. Böylesine bir korkuyu gizleyememesinden daha çok korkuyordu. Zümrüt Hanım’ın karşısında korkak, alçak biri gibi durmak, hatta bunun ihtimali bile, ürkütüyordu onu. Aslında vereceği tepki, her ne olursa olsun, Adil Bey’i onurlandıracaktı. Asıl mesele tepkisiz kalabilecek olmasıydı. Ürperdi.
Bu onu öldürürdü.
Tepkisiz kalmadı Zümrüt Hanım. Hemen akşamına o da mektup yolladı bir arkadaşıyla. Koskoca bembeyaz sayfada tek kelime yazılıydı.
Mesaj netti. Noktasına, virgülüne kadar ezberlediği bu kısacık talimata sonuna kadar uyacaktı Adil Bey.
Noktayı koydu cümlenin sonuna. Kalemini, mürekkeple ıslanmış beyaz, ufak bir kâğıdın üstüne koydu. Kollarını iki yana iyice açıp gerildi. Esnerken titremişti. Gözlerinden akan uyku yaşlarını işaret parmaklarıyla sildi. Sağ eliyle çenesini sıvazladı. Kalem tutmaktan uyuşan ellerini koltuğunun iki yanına sarkıtıp salladı. Yorulmuştu yazmaktan. Son bir kez göz gezdirdi yazdıklarına. Her bir sayfa O’nu anlatıyordu. Her bir kelime onun ismini fısıldıyordu kâğıda.
Kalktı ayağa. Ellerini arkasında birleştirip odasının penceresine doğru yürüdü. Hava bulutluydu. Tam aydınlığa kavuşamamıştı yeryüzü. Güneş az önce doğmuş olmalıydı. Ahşap pencereyi açar açmaz yüzüne vuran sıcak toprak kokusu ile ayıldı. O eski dinç ve hevesli ruh haline bir esinti ile dönmüştü. Fakat oturup yazmaya hiç niyeti yoktu bu sefer. Bitmişti artık öyküsü. Başka cümleye lüzum yoktu.
Yorgundu. Adam, bekleyemeyecekti artık.