Van Gogh'un En Çirkin Şaheseri
Tablolarıyla genelde sakinlik hissi yaratan Van Gogh The Night Cafe ile izleyiciyi rahatsız etmeyi amaçlıyor.
Hepimiz Vincent Van Gogh'u kullandığı renklerinin akıcılığı ve canlı şekilleri ve resimlerindeki kendine has ışık kullanımı ile tanırız. Bunlardan tanımıyorsak bile kendine has teknik stilini bir kenara bırakalım, Van Gogh resimlerinin izleyicide uyandırdığı şahsına münhasır bir his vardır. Bu alışılagelmişliklerin dışında kalan bir eserini inceleyeceğiz bugün, görselliğiyle olmasa bile uyandırdığı his ile çirkin bir eser: The Night Cafe (Gece Kahvesi).
Bunu yapmak için Van Gogh'un aynı kafeyi başka bir perspektiften çizdiği başka bir tablosu ile karşılaştıralım: Cafe Terrace At Night( Kafe Terasta Gece). İki esere yan yana baktığınızda yalnızca renk paletinde değil, resimlerin uyandırdıkları ve uyandırmayı amaçladıkları hislerdeki farklılığı hissedebilirsiniz. Cafe Terrace at Night Fransız bir kafesinin dışında sosyalleşen ve keyifli zaman geçiren insanları resmeder, hepimizin hayal ettiği Fransız kafesini sunar. The Night Cafe tam tersi olarak kafenin içerisini gösterir. Birisi terasta, başka bir deyişle havadar bir alanda mavi gökyüzü altında sohbet eden insanları tasvir ederken, The Night Cafe klostrofobik ve kontrast bir alanda endişeli görünen insanlar hakkındadır. Bu hissi uyandıran birçok faktör var, bunlardan bir tanesi ve belki de en önemlisi tablodaki renk seçimi. Kırmızı-yeşil kontrastını baş rolüne alan tablo iki rengin karşıtlığından yararlanarak gece yarısından sonra alt sınıf bir barın rahatsız ediciliğini yansıtır. Kısaca eğer kafenin terası Fransız rüyasıysa, içi kabusudur.
Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda bu hissin istenilen bir duygu olduğunu anlarız. Peki bu hissi neden ve nasıl uyandırır? Van Gogh hayatı boyunca renk teorisi üzerine çalıştı. Özellikle renk çemberi üzerine. Burada öğrendi ki kontrast renkler yan yana kullanıldığında, birbirlerini güçlendirir ve öne çıkarırlar. Aynı zamanda eğer ana renkleri karıştırmak yerine kesin çizgilerle yan yana kullanırsa bunun kullanılan renkleri daha canlı kıldığının da farkına vardı. Aynı renk teorisini faklı tablolarında da görebiliriz, ancak orada farklı olan kullandığı renklerdir. Sık sık yeşil ve kırmızı gibi birbirine tezat olan mavi ve turuncuyu kullanan Van Gogh, bu renkleri gökyüzünü resmetmek için kullanır, fakat bu durumda mavi ve turuncunun göze hoş gelen bir özelliği vardır, zira mavi gökyüzü ve turuncu güneş ya da günbatımında olduğu gibi doğada da birbirlerinin yanında bulunurlar.
Daha önce The Zouave isimli tablosunda kırmızı yeşil karşıtlığını denemişti. Problem sadece yeşil ve kırmızının karşıtlığı değil, dengenin de olmayışıydı. Ancak renklerin zorluğuna rağmen renklerin dengeli bir şekilde görünmesini sağlayacak bir şekilde otoportresinde yeşil ve kırmızıyı bir arada kullanmayı başardı. Bunu yeşil ve kırmızının yanında her iki rengi de dengeleyen renkler kullanarak başarır, kırmızı ve yeşilin yanında turuncu ve mavi ekler. Bu durumda The Zouave'de yeşil ve kırmızının kullanımı istemsizce dengesiz, otoportresinde de istemli olarak dengeliyse, istemli olarak dengesiz şekilde kullanmaya çalışırsa ne olur? İşte o noktada sonuç The Night Cafe oluyor.
Yalnızca renklerin kullanımı değil tabloda rahatsızlık hissini uyandıran. Resmedilen figürlerin kafalarının ellerini içine alarak oturmaları, tabloda tam ortada duran bilardo masası dışında insanlar da dahil olmak üzere hiçbir şeyin gölgesi olmaması ve bunun getirdiği yalnızlık hissi, masalarda duran temizlenmemiş bardaklar ve şişeler, kenarlara itilmiş sandalyeler, tablonun genel içe doğru dönük perspektifin ve daha birçok etken tablonun sanki izleyiciyi içeri çekiyor olduğu gibi bir his uyandırmasına neden olmakta. Bu bahsettiğim faktörler de şu anda kısaca üstlerinden geçmiş olmama rağmen tek tek kendi incelemelerini hak eden nitelikler. Tablonun sanatçının diğer işlerinden bu kadar farklı olmasına ve en nihayetinde intihar ederek hayatını kaybeden Vincent Van Gogh'un içsel çatışmasını bu kadar iyi yansıtıyor olmasına bu faktörlerin her biri katkı sağlıyor. Reddedilemez bir gerçek varsa o da Van Gogh'un renk kullanım konusunda usta olduğudur. Zaten bu ustalık sayesinde ilk bakışta itici, rahatsız edici ve hatta çirkin gelen bir tablo bile aslında şaheserdir.