Varoluşsal Yalnızlık Duygusu ve Kaynakları
Varoluşsal yalnızlık, aidiyet kaybı, yabancılaşma, ölüm, anlam ve amaç arayışı karşısında ayrıksılaşma ve yalıtılmışlık duygusudur.
Yalnızlık, yaşam değişikliklerinde ve benlik algısında köklenen, kişinin kendisini yalnız ve sosyal bağlantılarından, yakın ilişkilerinden ayrıksılaşmış hissettiği duygusal bir durumdur. Yalnızlık, genel kabulün tersine olumsuz ya da olumsuz etkiye sahip bir duygu olarak değil de, varoluşun özü olarak yorumlanabilir.
Psikolojik literatürde tanımlanan pek çok yalnızlık türünün aksine- örneğin samimi ya da kişilerarası ilişkiler açısından tanımlanan ilişkisel ya da kollektif yalnızlık gibi- yalnızlık türleri tedavi edilebilir. Varoluşsal yalnızlık ise daha temel, yaygın ve insan olmanın bir parçasıdır. Varoluşsal yalnızlık bazen ontololojik bir temele dayalı olması nedeniyle varsayılan bir iletişimsizlik durumu içermesiyle de tanımlanabilir. Varoluşsal yalnızlık, geçmişse kıyasla günümüz modern toplumunda daha sık deneyimlenir. Zira standartların ve değer yargılarının belirleyici gücünü yitirdiği bir dönemdeyiz. Kim olduğumuz ve ne olmamız gerektiği sorularını cevaplamak için bize yol gösterecek toplumsal normlardan yoksunuz. Bu özgürleşme kendimizi aramayı gerektiriyor. Yalnızlık bize dünyadaki yerimiz hakkında bazı şeyler anlatır. Kendi sorumluluğumuzu üstlenmek ve yalnız olduğumuzu anladığımız an ölüm, özgürlük, anlam ve yalnızlık kaygılarının getirdiği anksiyete ile savaşmak durumundayız. Bu savaş hayat sürdükçe, kurduğumuz farklı çözüm yolları ile birlikte devam eder.
İnsanoğlu eninde sonunda yalnızdır; zorunlu olarak ve sonsuza dek yalnızdır. Yalnızlık bizi, Nietzsche’nin tarif ettiği uçuruma sürükler ve bir karar vermeye zorlar. Öznelliği yok etme isteği pek çok insan için karşı konulamaz bir durumdur ve pek çok insan bunu unutmalarını sağlayacak bir deneyim arayışındadırlar. Uygun bir hayat yaşamanın, toplumun güç merkezine bağlı olmanın, saygın bir işe, maddi rahatlığa sahip olmanın varoluşsal bir güvencesi vardır. Bu yol başlı başına yanlış bir yol değildir. Pek çok kişi de tam olarak böyle bir yaşamda anlam ve doyum bulur. Ancak bu yol kişinin kendi özgürlüğünü ve bireyselliğini bir tehdit olarak görmesinin sonucu olarak da seçilebilir.
Varoluşçu filozof Heidegger, varoluşçu yalnızlığı korku ile ilişki içerisinde ele alır. Heidegger, Varlık ve Zaman “İnsan nasıl var olur?” sorusu karşısında insanın, sürekli bir sıkıntı ve ıstırap içinde, “hiçlik” ile karşı karşıya kaldığın ifade eder. Bu soruyla yüzleşen insan acı çeker; zira aşağıdan yukarıya uzanan süreç alabora olmuş ve insan kendisini anlaşılmaz bir durumun içinde bulmuştur: Dünya, yalnızca endişe ve korku uyandıran saçmalıklarla doludur. İnsanın gerçek varlığını ortaya koyan bu endişe ve korkudur. İnsan, kendi kendini seçme ve kontrol etme özgürlüğüne sahiptir. Endişe ve korku, onu varoluşa götürür. Sadece varoluşta özgürlükten söz edebiliriz. Bu özgürlük, ışık ve sevinçle bağlantısı olan bir öz seçimdir. Dolayısıyla, özgürlük evrenseldir; insan varlığıyla birlikte var olmaya devam edecektir. Yalnızlık bir farkındalıktır; insan varoluşunun bir parçası olarak kendi kendine var oluş deneyimidir.
Clark Moustakas, yalnızlığı insan varoluşunun olmazsa olmaz koşulu olarak görür:
“Yalnızlık insan yaşamının koşuludur. İnsan son kertede ve sonsuza dek yalnızdır. Her insanın yalnızlığının farkına varması gerektiğine inanıyorum. İnsan, varoluşunun her zerresinde yalnızlığının farkına varması gereklidir. İnsan yalnızdır; korkunç derecede yalnızdır. Varoluşsal yalnızlık deneyiminin üstesinden gelmek ve bu deneyimden kaçmak yalnızca kendine yabancılaşmasıyla sonuçlanabilir.”[*]
Farklı yalnızlık türlerinin aksine varoluşsal yalnızlık, kişisel iletişimsizlik ya da derin bir yalnızlık olduğu öne sürülen yalnızlık olarak insan varoluşundaki temel ontolojik ya da aşkınsal yapının bir parçası olduğu öne sürülmektedir. Varoluşçu yalnızlık kavramı, yeterli bir felsefi temeli olmadığı, yalnızlığın psikoterapi için sonuçlar vermesi için kavramsal ve pratik yaklaşımlarla bağlantılı olma gerekliliği öne sürülerek eleştirilmiştir. Yalnızlık, varoluşsal olabilse de, yalnızca kişilerarası ilişkilerde kendini gösterir. Bu bağlamda getirilen eleştiri, yalnızlığın ontolojik temelli ele alınması yerine, varoluşumuzun bir değişikliği olarak görülmesi talebine dayanır. Farklı nedenlerden kaynaklanan duygusal ve deneyimsel farklılıkları anlamak için, özneler arası varoluşu bozan nedensel faktörler, yalnızlık ve bağlamlarını anlamak için ise daha fazla araştırma gerektiği düşünülür.
Yalnızlık duygusunu pek çok farkı yaşam deneyiminde farklı şekillerde hissederiz; üstesinden gelmeyi ya da oyalanmayı başarabiliriz; am kendimizi deneyimleme biçimimiz ile başkalarının bizi deneyimleme biçimi arasında her zaman kapatılamayan bir gedik olacaktır. Benlik algımız, dışarıdan algılandığımız ve yorumlandığımızdan çok farklıdır. Belki de asıl yalnızlık, Lars Svendsen’ın Yalnızlık Felsefesi isimli kitabında da aktardığı gibi burada yatar. [†]Bu yüzden yalnızlık, başkalarının yokluğundan, ya da tek başınalıktan kaynaklı değil; ama başkalarından uzak hissetmek ile ilgilidir. Kendimizi deneyimleme halimiz ile ötekinin düşüncesinde ve tecrübesinde varoluşumuz arasında paralellik kurabilmek için dostluğa ve aşka ihtiyaç duyarız. Ne hissettiğimizi ve ne düşündüğümüzü bilen, bize ve hayatımıza tanıklık eden, dünyayı deneyimleme biçimizi anlayabilen insanlar ararız. Anlaşılmak, bağlanmak, izlenmek, tanıklık edilmek isteriz, ötekinin gözünü ararız. Yine de paylaşamayacağımız pek çok şey vardır: ölüm gibi.
[*]Shaun Gallagher, “A Critique of Existential Loneliness”, http://doi.org/10.1007/s11245-023-09896-4.Web:27.05.2024
[†] Lars Svendsen, Yalnızlığın Felsefesi, Çev. Murat Erşen,İstanbul, Redingot Yayınları, Şubat 2018