Venüs

Her şey tatilden Ankara'ma geri dönmemle başladı. Hikayeleştirilmiş olarak sizlere yazımı sunuyorum.

Tatilden dönmüştüm. Otobüs, her zamanki gibi, o yaz-kış soğuk olmayı başarabilen Aşti’de indirmişti beni. Aşti’de indiğimde ciğerlerimi doldurasıya bir nefes çekmiştim. Anlatılamaz bir mutluluk duygusu içerisindeydim. Çok fazla beklemeden dolmuş duraklarının oraya gittim ve birkaç dakika sonra bineceğim dolmuş geldi. Sırtımda ağır çantam, elimde ise ağır bir bavulum vardı. Yorgundum ve de ayaktaydım dolmuşta. Dolmuş da sıkış tıkıştı. Normalde böyle durumlarda insan bunalır, sıkılır. O anda bana bunlar hiç de sıkıcı ve bunaltıcı gelmemişti. Çünkü artık Ankara’mdaydım.. Bunun sevinci öyle büyük, öyle kocamandı ki, hiçbir küçük olumsuzluk moralimi bozamazdı. Gün batımına vurmuştu hava ve gökyüzünde Ankara’nın o hep sevdiğim grililiği de vardı. Doğduğumdan beri Ankara’da yaşayan bir insan olarak, ilk defa Ankara’ya gelmiş bir insan gibi izliyordum dolmuşun camından Ankara’yı. Dolmuşun içerisindeki konuşmaları dinliyordum. İnsanların, kalabalıktan ve sıcaklıktan ötürü şikayetçi oluşlarını ve daha nice buna benzer şeyleri dinliyordum. Mutlu olmuştum. Ait olduğum şehre döndüğümü net anlamda orada anlamıştım. Beni alması için babamı da arayabilirdim aslında fakat iyi ki aramamışım diye geçirmiştim o an içimden. O dolmuşun içerisinde müthiş hasret giderdim zira..

Evime gelmiştim. Odama girdiğim anda sanki daha önce hiç mutlu olmamışçasına sevinç dolmuştum. Annem ve babamla güzelce hasret giderdikten sonra odama geçmiştim. İşte odamdaydım, yalnızlığımın başkenti odamda.. Bir insan niçin sever ki odasını bu denli? Ve de yalnızlığını? Sevmişim işte.. Her şeyi birer birer inceledim odamdaki. Bazı eşyalarımın yerleri değiştirilmişti. Annem temizlik yaparken bazı eşyalarımı kaldırmıştı belli ki. Bundan esasında hiç hazzetmem fakat yine de o anda bir şey demedim. Ve masamın başına oturdum.. Yalnızlığım ve ben.. Yine baş başaydık..

Gece çökene kadar mutluluğumda bir azalma olmadı. Odamdaydım, yalnızdım ve de mutluydum. Tatildeki fotoğraflarıma bakıyor, müzik dinliyor, yazıp çiziktiriyordum bir şeyler. Vakit böyle geçip giderken, gece yavaş yavaş bastırmaya başlamış, iyice sessizleşmişti Ankara. Çok da iyi bilirim Ankara’mın en ıssız saatlerini.. Yıllar boyunca her gün aynı sokaktan geçen bir adamın her şeyin yerini gözü kapalı bilebileceği gibi, ben de Ankara’nın gecelerinin ıssız vakitlerini iyi bilirim.. Böyle gecelerde daha çok düşünür, daha çok yalnızlığımı hatırlarım. Üzülmem belki ama hatırlarım işte. Ve de döndüğüm ilk günün gecesi, bütün yorgunluğuma rağmen uyuyamamıştım. Bir şeyler eksikti hayatımda, odamda. Sebepsizce böyle hissediyordum. Sabaha kadar balkonda oturup maden suyu içmiş, gökyüzünü izlemiştim. Sonra bir vakit yatağıma uzanmıştım ve sonrası derin bir uyku..

Sabah uyandığımda bize bir tanıdığın geleceğini öğrendim. Erkenden uyandırılmıştım. İçten içe “-Bu kadar da şanssızlık olur mu ya!” diyerek sitemlerimi dile getirsem de istemeye istemeye kalktım yataktan ve elimi yüzümü yıkadım. Daha sonra misafirimiz geldi. Bizi görmeye gelmişti. Bir vakit salonda oturduktan sonra, balkonun daha serin olacağını düşünerekten balkona çıkalım dedi annem. Herkes bu düşünceyi mantıklı buldu ve balkonda oturup çay içmeye, annemin yapmış olduğu börekten, kekten yemeye başladık. O sırada da hararetli bir sohbet ediliyordu. Ben de arada sırada dahil oluyor, arada sırada suskunlaşıyordum. Düşünce alemine, hayal alemine dalıyordum, fakat istemsizce değildi bu dalışlar. Bilerekten, isteyerekten dalıyordum.

Sohbet esnasında misafirimiz, havada uçan bir kuşu göstererek:

“-Bakın, bembeyaz bir güvercin! A-ama arkasında 3 tane karga var!”

Babam, annem ve ben bir anda gözlerimizi misafirimizin eliyle işaret ettiği yere diktik. Sahiden de bembeyaz bir kuş uçuyordu gökyüzünde. Arkasındaysa simsiyah 3 tane karga vardı. Ardından, karşımızda bulunan bir binanın çatısına kondu beyaz kuş. Bembeyazdı. Tüyleri gözlerimi kamaştırıyordu adeta. Beyaz kuşun çatıya konmasının ardından onu takip eden 3 karga, beyaz kuşun çevresine kondular ve onu izlemeye başladılar. Başta hiçbir şey yok gibi görünüyordu. Hepimiz hayretle izliyorduk fakat birkaç saniye içerisinde bütün her şey değişmeye başladı. Kargalar, beyaz kuşa yaklaşmaya ve saldırmaya başladılar. Beyaz kuş, kaçmıyordu. Onları savuşturmaya çalıştığını görebiliyordum az çok fakat kaçmıyordu. Anlaşılan çok yorulmuştu. Herkes hayretle ve büyük bir şaşkınlıkla olayı izliyordu. Bense aklımda bin bir düşünce ile o beyaz kuşu kargaların elinden nasıl kurtaracağımı düşünüyordum o sırada. İlk aklıma gelen, odamda bulunan havalı tüfeklerden birisiyle kargaları vurmak olmuştu. Belki biraz vahşiceydi fakat aklıma tek bu düşünce gelmişti. Fakat böyle bir şeyi misafirimizin yanında yapamazdım. Peki nasıl kurtarabilirdim o beyaz kuşu? Nasıl?

Annem:

“-Kuşa saldırıyorlar. Şuna baksanıza parçalayacak bu kargalar şu güzelim kuşu..”

Babam:

“-Yazık valla ama ne yapacaksınız doğanın kanunu bu işte..”

Misafir:

“-Ayy valla yazık ya.”

Gerilmiştim. Kuşlarla aramda özel bir bağ vardı çünkü. Hatta bir keresinde bir kedi, yavru bir serçeyi yakalamıştı ve ben de o kediyi olanca gücümle kovalamıştım. Önünde sonunda kedi yorulmuştu da bir arabanın altına girmişti. Ben de kediye çok fazla zarar vermeden elimdeki sopayla onun karnına vurarak kuşu bırakmasını sağlamıştım. Aslında o serçe, kedinin rızkıydı. Bunu biliyorum. Fakat küçüktüm. Bir can kurtarmak istemiştim yalnızca. Ve daha sonralarında ise 4 kere muhabbet kuşu yakalamıştım. Bir ebabil kuşu yakalamıştım ve buna benzer güvercin vs. kuşları yakalamışlığım olmuştu. En son yakaladığım ve en son ölen muhabbet kuşumu babaannemin mezarının üstüne gömmüştüm. Benim için çok değerliydi ve onun gidişini anlatan bir yazı bile yazmıştım. Son ölen muhabbet kuşumun adı da Garipti.. Ölümünden ve onu defnedişimden sonra, bir daha kuş sahiplenmeyeceğime ve bu acıyı tatmayacağıma dair kendime telkinlerde bulunmuştum. Aslında neredeyse hiçbir muhabbet kuşumu satın almamıştım, hepsini yakalamıştım. Ama yine de böyle bir telkinde bulunmuştum kendime. Garip’ten sonra bir daha kuş almadım da yakalamadım da.

Hepimiz beyaz kuşu ve 3 kargayı izlerken, 10 saniye geçti geçmedi, beyaz kuş tekrardan uçmaya karar verdi. Çünkü o 3 karga, çok pis bir şekilde saldırıyordu kendisine. Yorgun da olsa uçmaya karar vermişti beyaz kuş. Bir anda uçtu bulunduğu yerden ve yan sokağa doğru yöneldi. Arkasında ise 3 karga… Tam o anda beyaz kuşu kurtaramayacağımı düşünmüştüm. Çünkü benim evden inmem, o yan sokağa girmem vs. çok uzun zaman alırdı. Beyaz kuşu kaybettiğimi düşünmüştüm. Fakat o anda beyaz kuş yandaki sokağa girmekten vazgeçip, bir anda manevra yaptı ve bizim evin hemen önündeki elektrik direğine kondu. Onu takip eden 3 çakal karga da hemen arkasından gelip vurmaya başlamışlardı beyaz kuşa. Öyle ki, beyaz kuştan tüyler dökülüyordu. Saldırıdan aldığı hasarlar şimdilik bu kadardı fakat daha fazlasını alacaktı bu gidişle.. Ve de artık her şeyi net görebiliyordum. Beyaz bir güvercin değildi o. O bir papağandı! Arkasındakiler ise saksağan… Papağan, son çare olarak bizim evin hemen yanında bulunan çam ağacına doğru hareketlendi, elbette arkasında 3 saksağanla beraber..

Çam ağacına konduğu gibi aşağıya gitmek için artık harekete geçtim. Onu o 3 hain saksağanın elinden kurtaracaktım. Masadan hızla kalktım ve hemen dışarıya çıkmak için adımlarımı atmaya başladım derken babam durdurdu beni:

“-Oğlum, doğanın kanunu bu. Yapacak bir şey yok.”
“-Hayır baba doğanın kanunu falan değil bu. Gideceğim.”

Babamın söylediği doğanın kanunu olayı serçe, güvercin için geçerli olabilir yalnızca. Bu papağan, doğada yaşayan bir hayvan mı? Hayır, belli ki evcil. Yoksa şehrin içerisinde papağanın işi ne? Derken çok fazla vakit kaybetmeden ayakkabılığa hızlıca vardım ve rastgele bir ayakkabımı alıp çıktım. Koşa koşa çam ağacının altına geldim ve papağanı aramaya başladım. Ve işte, görmüştüm onu! Yukarıda, neredeyse 3. Kata denk gelecek bir dalda duruyordu! Çevresindeyse 3 tane saksağan vardı. İlk önceliğim, papağanı yakalamaktan ziyade onu rahat ettirmekti. Elime yerden ne bulduysam alıp, saksağanlara atmaya başladım. Taşlar küçük kalıyordu. Saksağanlara ulaşmıyordu bile. Yanımdaki çalılıkların nohut kadar olan, adının ne olduğunu bilmediğim tanelerinden alıp, saksağanlara atmaya başladım. Başarılı da olmuştum. Saksağanlardan birini vurmuş, diğerlerini de korkutmuştum. Daha üstteki dallara çıkmışlardı. Fakat o papağanı oradan nasıl alabilirdim?

Bizim hemen arka binamızda yaşayan bir adam var: Mehmet Ağabey. Tam bu sıralarda o geldi ve durumu anladıktan sonra, papağanı oradan indirebilmek için uzun su borularını getirmemi söyledi. Ağaca çıkmak, özellikle o dalına çıkmak neredeyse imkansız görünüyordu. Çünkü papağanın bulunduğu dal hem çok yukarıdaydı hem ince bir dal üzerinde duruyordu ve hem de ağacın sadece gövdesi 3-5 metre kadar vardı. Bu sebepten dolayı ağaca çıkma fikrini rafa kaldırmıştım. O boruları getirmek daha mantıklıydı. O borularla dalı sallayacak, papağanı uçuracaktım ve sonra saksağanlar ona ulaşmadan ben ulaşıp onu evime getirecektim. Plan buydu ve mantıklı gelmişti. Hemen su borularının oraya gittim ve yaklaşık 10 metre uzunluğunda olan boruyu papağanın bulunduğu dala getirmeye çalıştım fakat çok zordu. Çünkü su borusu düz ve sert değildi, bükülüyordu ve denk getirmesi zordu. Yaklaşık 3-4 dakika boyunca bunun için uğraştım. Çevreden geçen çakal yüzlü bir adam da papağanı gördükten sonra sopayı elimden almak için yanıma yanaştı:

“-Ver kardeşim ben yapıyım onu.”
“-Yok teşekkür ederim. Kendi işimi kendim yapabilirim.”

Dalkavuğa bak sen. Aklı sıra papağanı kendi almaya çalışacak yardım ettiği için. Yardım için bana yaklaşma biçiminde bile hayır yok gibiydi zaten. Her neyse, daha sonrasında o adam birazcık sert bir tonla konuşmamı gördükten sonra evine doğru gitmeye devam etti. Ben de yine boruyu papağanın bulunduğu dala denk getirmeye çalıştım. Derken önünde sonunda boruyu papağanın bulunduğu dala denk getirmiştim. Sallamaya başladım dalı. Papağan kanatlarını açıyordu düşmemek için, ve bayağı sıkı sıkıya tutunmuştu anlaşılan. 5-10 saniye salladım dalı boruyla fakat uçmak istemedi. Aşırı yorgundu anlaşılan. Ve artık bıçak kemiğe dayanmıştı bende. Ağaca çıkma düşüncesiyle çam ağacının altına doğru gitmeye karar verdim..

Ağacın altına geldim fakat bu ağaca çıkmak sandığımdan da zor görünüyordu. Evet belki daha öncesinde bir yerlere tırmanmıştım. Zor yerlerdi belki fakat hepsinin bir basamağı var gibiydi en azından. Bu ise dümdüz ağaç gövdesiydi. Basabileceğim bir dal, bir şey yoktu. Ayağımı da gövdeye sarmam imkansız çünkü ağaç bizim binanın boyunu bile geçiyordu. Öyle büyük bir ağaç yani. Dolayısıyla gövdesi de çok büyük ve uzun. Ha üstüne bir de bir sürü böcek var ağacın üstünde. Fakat bütün bunlara rağmen hiçbir şeyi umursamadım. İnanıyordum kendime. Ağaca çıkmadan önce Tanrı’ya dua ettim orada. O masum papağanın hayatını kurtarmama yardım etmesi için Tanrı’dan güç istedim. Ve sonrasında ise ayakkabılarımın bağcıklarını çözdüm. Ayakkabıyla çıkmamın bana zorluk yaratacağını, çoraplarımla daha kolay tırmanabileceğimi düşünmüştüm. Tanrı’ya dua ettikten sonra ve ağaca tırmanmaya başlamadan önce Mehmet Ağabey’e seslendim:

“-Ağabey, ben çıkıyorum. Papağan hala orada değil mi?”
“-Papağan burada da Melih, yağmur başlıyor. Hızlı olman lazım.”

Yağmurun başladığını fark etmemiştim. Aslında üzerime yağmur damlaları gelmiş bile fakat nasıl bir ruh hali içerisindeysem, fark etmemiştim. Ve artık ağaca çıkmak için ilk girişimimi yaptım.

Başarısız oldum. Hayır bu ağaca çıkmak imkansızdı. Bir kovuk olsa elimi sokabileceğim, ayağımı koyabileceğim ufacık bir yeri olsa belki çıkabilirdim ama böylesi imkansızdı. Fakat başarısızlığı o anda kendime yediremedim. İmkânsızlık umurumda değildi. Che Guevara’nın sözü geldi aklıma: “Gerçekçi ol, imkansızı iste.” O anda Tanrı’ya bir kere daha içimden hızlıca dua ettim:

“-Allah’ım, sen bana yardım et şu masumun hayatını kurtarayım.”

İkinci kez denedim ve evet, başarmıştım. Dümdüz olan o ağacın gövdesinden tırmanmıştım bir şekilde. Ağacın ilk dalına ulaştığımda, aşağı bir baktım ki çoluk çocuk beni izliyor. Ben ağaca çıkmaya giderken bomboştu ortalık, ne ara bu kadar insan geldi diye düşündüm orada. Yağmur da birazcık daha hızlanmış haldeydi. Mehmet Ağabey ise bana papağanın yerini tarif etmeye çalışıyordu. Hiç vakit kaybetmeden papağanın olduğu dala çıkmaya başladım. Artık gerisi kolaydı. Dallara basa basa çıkacaktım ve evet, gelmiştim. Papağanın bulunduğu dalın başındaydım. O ise dalın en uç kısımlarına yakındı. Yavaş yavaş papağana yaklaşmaya başladım. Bütün dikkatim papağandaydı. Tepemde de saksağanlar beni izliyorlardı. Normalde birazcık yaklaşsam kaçacak olan bu saksağanlar, şu anda kaçmıyorlardı. Kesinlikle kurtarmalıydım papağanı. Annem, babam ve evimizde bulunan misafir beni izliyor, videoya alıyorlardı. Babam balkondan bana bağırıyordu:

“-Kaçacak o Melih, dikkatli ol. Çok yakınlaştın.”

Babamın sesi çok yakın geliyordu. Neredeyse dibimdeydi hatta. O kadar tırmanmış mıydım yukarıya? Bu düşünceye çok fazla takılmadan papağana yaklaşmaya devam ettim. Üç ihtimal vardı orada; ya dal kırılacaktı ve papağanla beraber oradan düşecektik ya papağanı yakalayacaktım ya da papağan kaçacaktı. Dalın kırılmasını umursamadım hiç. Papağanın kaçması da ürkütmedi beni öyle çok. Çünkü kaçacağı ihtimali düşük gelmişti orada bana. Dalın kırılması konusundaysa dikkatliydim fakat o anda bunu düşünecek halde değildim. Papağanla aynı daldaydık. Yavaş yavaş ona yanaşmaya başladım ve artık papağanla göz göze gelmiştik. Elimi uzatsam yakalayabilirdim artık onu.

Elimi yavaş, sakin ve titremeden papağana götürmeye başladım. Ve derken hiç beklemediği bir anda papağanın üstüne elimi attım. Daldan ayağını çekmedi başta fakat yavaş yavaş kendime doğru çekince onu, daldan ayağını çekmek zorunda kaldı. Artık elimdeydi! Saksağanların elinden kurtulmuştu artık bu tatlı hayvan! Büyük bir mutluluk içerisindeydim. Olayın şokunu atlatmak için 5 saniye geçmesi gerekti. Mehmet Ağabey’in bana aşağıdan bağırmasıyla kendime geldim:

“-Oğlum helal sana be. Nasıl ineceksin?”
“-Valla bilmiyorum Mehmet Ağabey. Yüksekmiş burası. Elimde bu kuş varken inemem.”
“-Dur oğlum. Ben bu su borusunun ucuna poşet bulayım, onu sana uzatayım da sen o poşete koy bu hayvanı. Sonra inersin.”

Başta bu fikir mantıklı gelmişti bana. Ama tam Mehmet Ağabey poşet aramaya gidecekken durdurdum onu. Bir anda papağanla beraber inebileceğimi düşündüm. Hem daha önce yaşadığım bir duruma dönüşmesini istememiştim bunun. Daha öncesinde ağaca çıkıp yakalamış olduğum muhabbet kuşlarından birini, teyzenin birisi gelip elimden almıştı ve kendi evine götürmüştü. Küçüktüm ve “-Ver onu ben yakaladım.” gibisinden çıkışmamıştım teyzeye. Yaşına da hürmet etmiş olabilirim o anda bilemiyorum. Ve daha sonradan elimde kafesle beraber kuşu almaya gitmiştim ve alıp gelmiştim. Olayın yine bu noktalara gelmesini istemediğimdendi belki papağanı kendim indirmek isteyişim. Gerçi Mehmet Ağabey öyle bir insan da değildi ama o anda böyle demiş bulundum. Tek elimde papağan varken inemezdim. Hem bir anda elimden kaçması da mümkündü. Bu sebeptendir ki, papağanı tişörtümün içine koydum ve tişörtümün ucunu da ağzımla tuttum. Orada güvendeydi ve kaçması çok zordu. Sağlam olmuş mu diye baktım iyice ve evet sağlamdı. Artık inebilirdim ağaçtan. Çıkmasındansa inmesi daha kolay olacaktı ve evet inmiştim. Çevrede bulunan çoluk çocuk, Mehmet Ağabey ve birkaç insan da alkışlamıştı beni orada. Gururlanmış ve duygulanmıştım. Yere indim, ayakkabılarımı aldım ve eve doğru yürümeye başladım. Çocuklar gelip papağanı görmek istediler. Gösterdim onlara, hatta birazcık sevdirdim bile orada. Mehmet Ağabey’e de teşekkürlerimi ilettim ve evin yolunu tuttum. O anda ailem beni videoya alıyormuş. İzledikçe o günü hatırlayıp, mutlu oluyorum. Ayakkabım da elimdeydi o sırada. Çoraplarımla çıkmıştım ağaca, çoraplarımla eve geri gelmiştim. Ve evet, artık papağan bizim evdeydi. Mutfağa götürüp babama vermiştim onu. Koşarak ellerimi yıkamaya gittim, ellerim simsiyah idi ve yapış yapıştı. Üstelik bazı böceklerin kanı da yapışmıştı elime. Elimi hızla yıkayıp mutfağa gittim. Mutfak tezgahının üzerinde duruyordu papağan masum masum. Bütün orada bulunanlar olarak hayretle papağanı izliyorduk. Çok güzel bakıyordu. Tüyleri bembeyazdı sahiden. Sonrasında su içirdik papağana ve benim odama götürdüm onu. Yatağımın üstüne koydum. Misafirimizi uğurlar uğurlamaz babam bodruma, eski muhabbet kuşlarımı beslediğim kafeslerinden birini bulmaya gitti. Ben de karşı yolda bulunan evcil hayvan dükkanından papağana yem almaya gittim. Babam kafesi bulmuştu, ben de yemi alıp gelmiştim. Artık papağan için her şey hazırdı. Daha ilk günden parmağıma alıyor, kafasını okşayabiliyordum. Belki eğitilmiştir daha önce bunu bilemem. Fakat bildiğim bir şey var ki, o da bu papağanla o anda aramızda özel bir bağ oluştuğudur. Gece olana kadar onunla konuştum, eğlendim fakat yorgun bir gün geçirmişti o da. Dinlenmesi için ona odamda çok güzel bir yer ayırdım. Ve uyuması için yaklaşmadım daha fazla. Kafesini çok sevmiyordu fakat. Dışarıya çıkmak, masama gelip onu bunu didiklemek, gözlüğümle oynamak için can atıyordu. Ama yorgunluğuna yenik düştü ve uyuyakaldı. Çok uzun bir süreden sonra ilk defa kendi odamda yalnız uyumamıştım. Yanımda bir “can” vardı. Hem de hayatını kurtardığım, masum bir can..

Artık gecelerime ve yalnızlığıma ortak bir arkadaşım, yoldaşım vardı. Ben odadan çıkarken arkamdan ötmeye başlayan, kafama doğru gelmek için uçan bir papağanım vardı. Fakat bu papağana bir ad lazımdı, artık ona papağan deyip durmamalıydık. Annemle babama danıştım ad koyma hususunda fakat onlar bu işi bana bıraktılar. Bir süre boyunca isim düşündükten sonra, ona Roma mitolojisinde aşk ve güzellik Tanrıçası olan “Venüs” ismini verdim. İsmi gibiydi zira, aşk ve güzellik damlıyordu kanatlarından.. Ve Venüs, daima benim odamda yalnızlığıma ortak bir şekilde yaşayacak. Ta ki ölene kadar..