Yara

The Hurt kısa filmi üzerine biraz çamur.

Her şehirde iki farklı şehir var.

Her binada iki farklı bina.

Her evde belki, iki farklı ev.

Birbirinden başka, göremez ve dokunamaz, duysa da anlayamaz iki farklı hayat. Yan yana sohbet eden belki ve aynı divanda oturan, aynı pazardan alınmış aynı tip terlikleri giyen iki insan belki, ve ortak bir konuları olsa bile hatta ikisi de aynı konuyla meşgul olsa bile, mümkün mü bazen konuşabilmek? Konuştuğunu dinletebilmek?

Ve olabilir ya içlerinden birinin bir acısı vardır, derin bir üzüntüsü. Herkesler o üzüntü için oradadır belki. Paylaşmaya çalışanlar vardır, zorla duranlar; çocuğu vardır birinin ve diğeri çocuğu olamayacak kadar yaralıdır belki. Görev bilip geleni vardır belki, acıyı kendiyle özleştirip sahibi kadar ağlayanı vardır kayıp giden olmasa da ağlanan. Günün ve akşamın belki de ayların yılların sonunda bir arada olamayacak herkes oradadır belki birkaç an için.

Gerçek hayat, akıp gitmeyi bir an olsun bırakmasa da o topluluk için biraz nefes almaya karar vermiş gibi olabilir. Buna aldananlar da olabilir, inanmayanlar da. Absürt olan onun ne karar verdiğindense herkesin kendine göre algıladığı şeklidir belki. Hayat değildir yorucu olan da insanların yanlış yerden tuttukları kulaklarıdır belki.

Ya da birilerinin acısı yalnızca onlarındır. Yaslı bir eşi anlamak mümkün gibi görünebilir, herkes bir ölüme uyanmıştır güneşli bir sabahta. Ancak ağlanan ve geri gelmeyen yitirilenin sıcak göğsü müdür, güzel gözleri midir, her gün bitmeyen işkencesinin acı dolu rahatlaması mıdır? Bunun cevabını verebilecek birkaç eş dost vardır belki. Komşuları vardır o aşkın ya da ızdırabın. En iyi bileniyse ve aslında tek şahidi, neye üzülür ama neyi özler? Birilerinin akıp giden sözleri ve diğerlerinin ona korkuyla bakan gözleri.

Böyle bir odada, hüzün ve bilinmeyen birkaç duygunun el ele oturduğu o anlarda bir kahkaha duymayı pek beklemez kimse. Neşeli cümleler oraya ait değildir, ışıltılı gözler, uzun topuklar ve güzel kıyafetler orda olmak için bir araya gelmemiştir muhtemelen. Geçerken uğranan bir durak olduysa yas evi, bu suç ne oraya gelenin ne de geleni karşılayanındır aslında. Gerçek hayatın absürtlüğüyse aşağı yukarı böyle bir şeydir sanki. Bambaşka iki anı birbirine çarpmasa bile en azından birine tokat gibi çarpan bir şeydir. Kimse birbirini anlamasa da olur o an, yaşanır sadece tüm anlamsızlığıyla. Anlamak anlamsızlaşır böyle durumları belki de yapılmaması gereken tek şey acıyla empatidir. Zaten empati üç aşağı beş yukarı sosyal hayatı benzeyen insanların uydurduğu bir balondur. Anlaşılma isteği bir farkındalıktır, bir şımarıklıktır çoğu zaman.

Filmdeki kadınların hepsi o kadar farklı, o kadar kendine has ki. Birbirlerini anlamalarını bir kenara bırakıyorum, üçünün de o an hissettiklerini dışarıdan bir göz olarak anlayabilmemiz ne yazık ki pek de mümkün değil. Tüm duygular öylesine birbirine giriyor, öylesine rahatsız ediyor ki izleyeni, kimin hayatına ve hislerine odaklanmamız gerektiğini karıştırıyoruz. Tüm saçmalığıyla, ya da başka bir deyişle acımasızlığıyla çok gerçek bir sahne izletiyorlar bize. Tüm üstenliğiyle bir şeyler anlatıp soran doktorun karşısında ciddiyetle söylediklerini yapan ve belki de saygıdan eğilen kadının diyaloğunu anlayabilmek hassasiyetten fazlasını gerektiriyor mesela. Sehpaya fırlatılan ilaç kutusunu hazmedebilmek biraz sabır gerektiriyor sonra. Çaresiz, suskun ve haklı; ölümden rahatlık duyan karakterle nasıl empati yapılır inanın ben kendi adıma bunu mümkün bulamıyorum. "Dayanamadım abla." cümlesi yalnızca yürekleri parçalayabiliyor, fazlasını yapmak ne onun elinden gelir ne bize söyleyecek bir kelime bırakabilir. Yapılabilecek en iyi şeyse biraz çamuru yüzümüze çarpmak olur.