Yaratıcılık ve Melankoli

Yaratıcılık ve melankoli hakkında yeterince düşünüyor muyuz?

Yaratıcılığın ve melankolinin birbiriyle bağlantısının olup olmadığı düşüncesi Antik Çağ’dan günümüze dek tartışılan bir konudur. ‘Yaratıcılık mı melankoliyi destekliyor yoksa melankolik olduğumuz için mi daha yaratıcı oluyoruz?’ sorusu birbiriyle bağlantılı ve kesin cevabını bulmanın zor olduğu bir soru. 

Felsefenin asıl olarak en çok sorguladığı şey varoluş olmuştur. Varoluşun amacı, sebepleri, insan üzerindeki etkileri birçok filozof tarafından sorgulanmış ve bu bu konuda cevap bulabilmek için epey çaba sarf edilmiştir.  Yaratıcılığın ötesinde birçok yazar ve filozof dünyanın ‘acı yuvası’ olduğuna ve yaşamımız boyunca acı çekmenin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapmıştır. Birçok yazar ve düşünüre göre insanın dünyaya acı çekmek için geldiği açık bir şekilde bellidir. Bunu dünyaya ilk geldiğimiz anda doğum sırasında ağlamamız ile ilişkilendirirler. Ağlayarak dünyaya gelen bir insanın tüm hayatı boyunca acıdan muaf olacağı düşünülemez.

Yaratıcılığın temelinde bilişsel yeteneklerin, kültürel ve toplumsal aidiyetin, ihtiyaç duyma ve rahatsız olma hissi vardır. İçsel bir dürtü olan yaratıcılık daha sonrasında dışsal etkiler ile birleşmektedir. Rahatsız olduğumuz bir şeyi değiştirmek için çabalar ve bu noktada yaratıcılığımızı konuşturabiliriz. Sadece rahatsızlık değil insanın kendi içinde olan değişme ve değiştirme dürtüsü yaratıcılık alanını da beslemektedir. 

Melankolinin insanda kesin olarak yaratıcılığa neden olduğundan bahsetmek mümkün değildir ancak yaratıcılığın temel gereksinimlerinden biri de yüzeysellikten arındırılmış derin düşünme halidir. Zevk anlarında, mutlu yaşantımızda kendi hayatımız ve dünya hakkında derin düşünmeyi tercih etmeyiz çünkü o anın tadını çıkarmak bizim için daha cazip gelecektir. Melankolik ve depresif bir durumdayken genel yaşantıdan özel hayatımıza kadar birçok şeyi düşünüp sorgulamayı tercih ederiz. Bu içsel bir mekanizmadır ve melankoli hissi bu durumun en önemli tetikleyicilerden biridir.

Amerikan Edebiyatı’nın melankolik prensesi olarak bilinen Sylvia Plath, ‘depresyon, yaratıcılık sürecinde büyük bir güçtür.’ diyerek yaratıcılık konusunda melankolinin önemli bir itici güç olduğunu vurgular.

Virginia Woolf, ‘Orlondo’ isimli eserinde, ‘Melankoli, yaratıcılığın alevinin tutuştuğu yerdir. Melankolik bir yürek, en üzücü hikayeleri yaratabilir, en güzel şiirleri yazabilir. Melankoli, ruhu özgürleştirir.’ düşüncesini savunurken ‘Kendine Ait Bir Oda’ isimli eserinde melankoliye eğilimli olmanın yaratıcılığa zarar verdiğine değinir: ‘Yaratıcılık, güçlü ve sağlam bir zihin gerektirir. Melankoli, zihni zayıflatır ve yazarın yeteneklerini sınırlar.’

Yazarların düşüncelerini incelediğimizde bu konuda uzlaşılmış bir düşünceye varmak epey zordur. Yaratıcılık ve melankoli arasında karmaşık bir ilişki söz konusudur.

Bu bağlamda, yaratıcılığın temel unsurları arasında melankoli olduğu düşüncesine kapılmak insan psikolojisi açısından negatif bir etki bırakabilir. Yaratıcılık sürecinde melankolinin ‘gereklilik’ olduğunu savunmak doğru olmayacaktır. Bu süreç içerisinde olumlu duygular ile barışık olmak ve duygusal dengeyi sağlamamız önem teşkil etmektedir.