Yaratılan
Yaratılan dizisi ve Frankenstein romanı ışığında insan olmaya dair birtakım düşünceler.
Son günlerde yayınlanan ‘‘Yaratılan’’ adlı mini dizi birçok izleyicinin beğenisini kazandı. Dizi, Mary Shelley’nin meşhur ‘‘Frankenstein’’ romanından esinlendiği konuyu Türk motifleriyle işleyerek birçok kişiyi kendine hayran bıraktı. Sürükleyiciliğiyle ve insanın kalbine dokunan yanıyla etkileyici bir dizi olmayı başardı. Peki ‘‘Yaratılan’’ bize ne anlatıyor?
Diziyi ve kitabı bir bütün olarak ele alacak olursak ikisinde de aktarılmaya çalışılan ortak temalar var. Bu temalara geçmeden önce dizideki olay örgüsüne değinmekte fayda var. Dizi, Osmanlı zamanında yaşayan bir tıp öğrencisinin, içinde ölüleri diriltmenin sırrı yazdığına inanılan kadim bir kitabın peşine düşmesiyle başlıyor. Karşısına bu kitabı bulmuş ve hatta kitapta yazanları denemeye başlamış olan bir hekim çıkıyor. Bir şekilde başarılı oluyorlar ve diriltme gerçekleşiyor. Asıl olaylar burada başlıyor. Beceriksiz insanın elinden çıkan Yaratılan, bir dizi serüven yaşıyor ve dizi boyunca bunlara tanık oluyoruz.
Hem dizide hem de kitapta geçen ilk ortak tema insanın yaratma arzusu ile ölümsüzlük arzusu. Bu iki arzu, insan ruhunun en derinliklerinde bulunan ve birbirini tamamlayan, besleyen çok güçlü ve inkâr edilemez arzular. Öyle ki insanlık tarihinde sırf bu arzuları gerçekleştirmek uğruna simya adı altında, günümüz kimya biliminin temellerini atan bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Bu iki arzu, insanların düşünce ve davranışlarını çok uzun yıllardır etkilemiştir.
Yaratma ve ölümsüzlük arzusunun birbiriyle olan ilişkilerini inceleyecek olursak birbirine benzeyen noktalarına dikkat çekmemiz gerekir. Bir insan olarak bir şeyler yaratma ve üretme isteği faydalıdır. Fakat bu isteğin derinine bakarsak altında yatan asıl sebebin ölümsüzlük, kalıcılık ve ebediyet arzusu olduğunu görürüz. Örnek olarak bir ressamı veya yazarı düşünebiliriz. Ressamlar, kendi ruhlarından bir parçayı tablolarına, yazarlar ise kitaplarına aktarır ve günün birinde öleceklerini, bu dünyadan ayrılacaklarını bilmelerine rağmen tamamen kendi ürünleri olan eserlerini (kendi ruhlarına ait parçaları) bu dünyaya çivilerler. Bu açıdan bakılırsa sanat eserleri insanın ölümsüzlük arzusunun en güzel kanıtlarıdır.
Başka bir örnek ise insan yaratımının en büyülü hâli olan doğumdur, yani yeni bir insan doğurmaktır. En doğal ve en ilkel eylemlerden biri olan bu eylemin altında yatan arzuya bakacak olursak yine aynı olguyu görürüz. Bizden bir parçayı bu dünyada bırakmak arzusu. Hem de tamamen bize ait olan kandan ve genlerden oluşan, yani bizi biz yapan en temel kısımlarımızı taşıyan bir ‘parçayı’ bu dünyada bırakmak. Hatta geride bırakacağımız bu parçamız, dünyanın sonu gelene kadar bizim kanımızı yaşatmayı devam ettirme gücüne de sahiptir. Öte yandan insanın arzularının ve korkularının iç içe geçmiş olduğunu unutmamak gerekir. İlkel ve evrimsel bakış açısıyla bakıldığında insanın en büyük ve tek gerçek korkusu bilinmeyene, yani ölüme duyduğu korkudur ve bu korku da ölümsüzlük arzusunu doğurur.
Kitapta ve dizide ortak olarak ele alınan bir diğer tema ise insanın kendini yaratana, yani Tanrı'sına olan öfkesi ve isyanı. İnsan, kendi isteğinin ve kontrolünün dışında, ilahi bir takdirle bu dünyaya gelir. Üstelik kendisine sorulmadan gönderildiği bu aleme dair hiçbir bilgisi yoktur. Ne bir talimat kitapçığı vardır ne de yön gösterecek bir pusulası. Dilini bilmediği bir romanı okumaya çalışır gibi tek tek okumayı öğrenir yeryüzünün kelimelerini.
İnsan, bütün bu bilinmezliğin ve karmaşanın içinde, doğduğu günden öleceği güne kadar nice sıkıntılar, kederler ve tarifsiz ızdıraplar yaşar. Bu garip diyarda kendini keşfetmeye ve var etmeye çalışır, vahşi doğada hayatta kalmaya çabalar, farklılıkları yüzünden insanlar tarafından hor görülür, sevdiklerini kaybeder, yapayalnız kalır, zihnin karanlık kuytularında kaybolur. Acılar ruhun ve bedenin taşıyabileceği boyutu aşar ve insan sorgulamaya başlar: ‘‘Ey Tanrı, neredesin?’’. Bütün kederlerinde ve taşıdığı yaraların açılmasındaki en büyük payı Tanrı’da görür. Çünkü Tanrı’dır onu bu dünyada kimsesiz, başıboş ve çaresiz bırakan. Kurtarıcı bir el uzatmadığı gibi insanın bu acıları çekmesinin arkasındaki anlamı da açıklamaz.
İnsan, bu dehşete gözlerini açınca Tanrı’ya ömrü boyunca ruhunda taşıyacağı bir öfke duymaya başlar. Bir hastalık gibi taşır bu öfkeyi yüreğinde ve gittiği her yere beraberinde götürür. Yazık ki dünyanın acısına dayanamadığı anlarda yine o öfke duyduğu Tanrı’ya yakarır. Çünkü O hem acının sebebidir hem de o acıyı kontrol edebilecek olandır. Yaratılan, en ateşli öfkeyi ve en serin merhameti Yaratan ile öğrenir.
İnsan; ruhunun arzularıyla, korkularıyla, aşkıyla ve nefretiyle geçirir bir ömrü. Doğasının gereği içinde bulunduğu her duruma adapte olmayı öğrenir. Yaşadığı fiziksel şartlara, çevresinde bulunan insanlara, içinde yaşadığı topluma ve hepsinden önemlisi kendisi olmaya, kendi duygularına ve kendisi olarak yaşamaya adapte olur.
Dostoyevski, bu durumu şu sözleriyle ifade eder romanında: ‘‘Önce biraz ağladılar ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır.’’ Nitekim dizide ve kitapta da olaylar bu şekilde gelişiyor. Yaratılan, elinde olan imkanlarla ve hayatın ona getirdikleriyle yaşamayı en baştan öğreniyor. Yaşamın içinde olan iyi ve kötü bütün duyguları tadarak bir birey, bir ‘insan’ oluyor. Belki de bütün yaşadıklarından ve hissettiklerinden sonra hayatı acımasız gerçekleriyle kabulleniyor. Belki de hikâyenin sonunda bu fâni dünyada hiç gerçekleştiremeyeceği arzuları için kendini ve bütün acılarına, karanlığına rağmen bir parça da olsa sevgiyi ve sıcaklığı tadabildiği için Tanrı’yı affediyor.