Yerleşik Hayata Geçiş Üzerine Bir İnceleme
Bu deneme avcı-toplayıcı olarak yaşamlarını sürdüren toplumların yerleşik hayata geçiş sürecine eleştirel bir yaklaşım ile bakmaktadır.
İnsanoğlunun varoluşundan itibaren tanık olduğu önemli toplumsal değişimleri avcı toplayıcılıktan yerleşik hayata, kırdan kente, kol gücünden makine gücüne geçiş olarak ayırabiliriz. Eğer birkaç güncel ekleme daha yapmak gerekir ise de teknolojinin gündelik yaşamda su, gıda, hava gibi temel bir ihtiyaç haline gelmesi ve beyin gücünden yapay zekaya doğru geçiş süreci. Modern insan olarak adlandırılan homo sapiens, varoluş sürecine avcı toplayıcı olarak başlamıştır. Yerleşik hayata geçişi 13.000 (Harman, 2016: 16) yıl önceye dayandırırsak, 200.000 yıllık yaşamının büyük bir kısmını avcı toplayıcı olarak sürdüren insanoğlu ancak son 13.000 yılda yerleşik hayata geçiş sürecini ve günümüze kadar uzanan toplum düzenini kurabilmiştir. Doğadaki kaynaklara, mevsimlere göre belirli bir yol izleyen ve böylelikle de doğa ile birleşik bir hayat süren avcı toplayıcı topluluklar yerleşik hayata geçme ihtiyacı duymamışlardır. Çünkü doğa gereken kaynakları insan, hayvan veya diğer canlılar fark etmeksizin sunmuştur. Doğa ve insan bir bütündür ama zamanla bu bütünlük bozulmuştur. Bunun sebebini nüfusun sürekli olarak artmaya başlamasına mı, bitkilerin ve hayvanların zamanla evcilleştirilmesine mi, doğa durumunda güçlü olanın zayıf üzerinde tahakküm kurmasından ötürü insan en sonunda gücü ele geçirip ekosistemin en üst noktasına oturmasıyla diğer tüm canlılara egemen olmaya başlamasından dolayı mıdır bilinmez ama en nihayetinde yerleşik hayata geçiş süreci başladı. Yerleşik hayata geçişin sebebine yönelik öne sürülen bazı fikirlere göz atabiliriz. Örneğin Giddens’a (2010) göre zamanla hayvanların evcilleştirilmesi ve toprağın işlenmeye başlanması ile özgür olarak dolaşılan alanlar sınırlanmaya başlandı (61). Bu deneyimler sonucu insanoğlu yüzbinlerce yıl süren göçebe hayatından yorularak belirli bir alana bağlı kaldığı yerleşik hayat düzenine geçti. Yine Giddens’a (2010) göre insan toplulukları ‘’...yerleşik hayata sadece çoban grupların istikrarlı tarım toplulukları haline geldiği bir evrede geçmişlerdir.’’ (61). İbni Haldun’un ‘’bedevi’’ olarak adlandırdığı bu topluluklar tarım ve hayvancılık faaliyetleri ile gündelik hayatlarını sürdürmekteydiler ve bu faaliyetleri geniş coğrafi alanlara yayılarak gerçekleştirmekteydiler (2004: 157). Nüfusa oranla coğrafi alanların bolluğu bu durumu mümkün kılabilmekteydi. Fakat yerleşik hayata geçişle birlikte şeyleştirme-metalaştırma fikri de insanoğlunun beyninde yer edinmeye başlamıştı. Rousseau; ‘’Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip; ‘’Bu bana aittir.’’ diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu.’’ (1990: 135) sözleriyle insanın vahşi doğasını egemenlik üzerinde kullanma yolunun yerleşik hayata geçişle ne yönde izlendiğini eleştirmiştir. Yerleşik hayata geçişle birlikte özgürce, doğa yasalarına göre hareket edilen sistemden ‘’sabit mülkiyete dayalı’’ sisteme geçilmiştir (Adorno ve Horkheimer, 2014: 32). Çünkü yerleşik hayat topluluklar üzerinde zamanla sınırlamaları da beraberinde getirmiştir. Her bir toprak parçasının, arazinin doğal halinden koparılıp paylaşılması, en azından etrafının çitlerle çevrilmesi, sınırlarının çizilmesi gerekmekteydi. Çünkü ‘’...bir mekânın doğanın parçası olması, onun toplumsal üretim ilişkilerine girmesini engeller.’’ (Lefebvre, 2014: 109). Toprağı anlamı böylelikle değişmişti. Doğal varlığından koparılan toprak insanoğlu tarafından başka bir şeye dönüştürülmüştü. Metaya.
Tıpkı Rousseau’nun ve Lefebvre’nin metaya indirgenen toprak örneği gibi, hayvanlar, doğal kaynaklar, kabaca doğanın kendisi de birer meta haline dönüşmüştü. Tüm bu dönüşümler ilerleme fikri adı altında kendini yasallaştırarak ‘’...ifadesini uygarlıkta bulan despotizmi, savaşları ve esareti geçiren ve böylece birer canlı varlık olarak sahip olduğumuz ruhu bozan o temel dualizmi temsil eder.’’ (Zerzan, 2013: 109). Doğa, hayvanlar, bitkiler ve hatta insanın kendisi yine insan tarafından evcilleştirilen birer varlık olmaya başladılar. Böylelikle evcilleştirme adı altında metalaştırmaya eklenen yeni bir kavram daha ortaya çıkmış oldu.
Doğanın, hayvanların, bitkilerin, insanların evcilleştirilmesi onları asıl tabiatlarından, varoluşlarından kopararak onları yeni birer türe dönüştürdü. Tüm bu varlıkların birer üretim-tüketim nesnesine dönüştürülmesi ve insanoğlunun da bu üretilen ve tüketilen nesnelerin bir parçası haline gelmesi yerleşik hayatın bir sonucudur. Bugün evcil olarak nitelendirdiğimiz binlerce bitki ve hayvan türüne doğada rastlamamız mümkün değildir. Doğada rastlamayı bir yana bırakın onları daha önce atalarının özgürce dolaştıkları topraklara (eğer bu özgürce dolaşılan topraklar doğal haliyle hala duruyorsa), varlıklarını sürdürdükleri gerçek ortamlarına (eğer bu ortamlar yapaylaştırılarak doğallıklarından henüz uzaklaştırılmadıysa), asıl doğalarına bırakıldıklarında hayatta kalabilecek herhangi bir yetkinliğe sahip değillerdir. İnsanı da bu grubun içerisine dahil edebiliriz. Birçok türü ilgiye, bakıma ve sevgiye muhtaç hale getiren insanoğlu kendisini de bu nesneleştirmenin bir parçası haline getirmiştir (Ruousseau, 1990: 100). Kendisi de artık ilgi, sevgi ve birinin yardımı olmadan hayatını sürdüremeyecek bir sürüye dönüşmüştür. Bu dönüşüm kaçınılmazdır. Çünkü insanoğlu yerleşik hayata geçişle birlikte kendilerini bir yere bağımlı ve birbirlerine muhtaç hale getirmişlerdir. İnsanoğlu artık doğal ortamından uzaklaşıp kendisini yapay olarak kurduğu mekanlarda var etmeye başlamıştır. Bu durumu doğrudan bir eleştiri olarak almak yanlış olacaktır. İnsan hala gizemini sürdüren bir varlıktır ve kendisini organize bir şekilde karşılıklı ilişkiler ve iş bölümüne yönelik olarak var etmesi belki de gerçekten onun sonradan, yerleşik hayatta ve kentlerde ortaya çıkan doğal bir özelliğidir. Eleştirimiz yüzbinlerce yıllık doğal ortamından uzaklaşıp kurduğu yapay toplumsal ilişkilere, doğaya ait olmayan yapılara, yer yüzeyinin beton ile kaplanıyor olmasınadır.
Kaynakça
Adorno, W. Theodor ve Horkheimer, Max (2014). Aydınlanmanın Diyalektiği, (çev: Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan), Kabalcı Yayıncılık, İstanbul.
Giddens, Anthony (2010). Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori, (çev. Ümit Tatlıcan), İletişim Yayınları, İstanbul.
Haldun, İbni (2004). Mukaddime Cilt 1, (çev. Halil Kendir), Yeni Şafak Yayınları, Ankara.
Harman, Chris (2016). Halkların Dünya Tarihi: Taş Devri’nden Yeni Binyıla, Yordam Kitap, İstanbul.
Lefebvre, Henri (2014). Mekânın Üretimi, (çev. Işık Ergüden), Sel Yayıncılık İstanbul.
Rousseau, Jean Jacques (1990). İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma, (çev. Rasih Nuri İleri), Say Yayınları, İstanbul.
Zerzan, John (2013). Gelecekteki İlkel, (çev. Cemal Atila), Kaos Yayınları, İstanbul.