21. Yüzyıl Şövalyesi
Ben bir şövalyeyim. 21. Yüzyılda yaşayan yalnız bir şövalye. Tek bir amacım var; doğru bildiğim yolda yürümek.
21. yüzyılda yaşayan bir şövalyeyim ben. Elimde kılıcım, kalkanım, üstümde zırhım. Yalnız bir şövalye. Hiçbir krala hizmet etmeyen, hiçbir kimsenin adamı olmayan bir şövalye. Tek bir amacım vardı: Adaletin yolundan sapmadan, doğru bildiğim yolda yürümek. Kılıcımı, kalkanımı arkamdakilere hiçbir zaman doğrultmadım. Çünkü bilirdim ki arkamdakiler, benim daima arkamda olacaklardır ve yine bilirdim ki, bir şövalye için en şerefli ölüm, savaş meydanında yüz yüze yapılan mertçe dövüşte ölmektir. Kılıcımı, kalkanımı yalnızca karşımdakilere karşı, düşmanlarıma karşı, kuşandım. Her ne kadar ben karşımdaki herkese kılıcımı çekmiyor dahi olsam, her daim hazırlıktaydım. Beni bekleyen her tehlikeyi düşünür, kılıcımı kınından çıkartmak için hep hazırda beklerdim. Olur da karşıma bana zarar vermek maksatlı birisi çıkar, veyahut bir mazluma zarar vereni, masumlara kıyanları görürsem, kılıcımı çekip onları düşmanım belleyecektim. Onun için yürüdüğüm yolda çıkacak engeller için, tehlikeler için hep tetikteydim.
Bir şövalye için ne ölmek, ne de diz çökmek utanç verici olan. Çünkü şövalye bunu göze almış, buna rağmen bu yolda yürümektedir. Yani o şövalye, eğer karşısından gelecek bir hasarla ölüyorsa veyahut yaralı bir şekilde çöküyorsa dizlerinin üzerine, bu onu güçsüz kılmaz. O şövalye, düştüğü gibi kalkmasının yollarını bilir. Kalkacak gücü de hem kendisinden hem de ardındaki yoldaşlarından bulur zira. Ve ben, günün birinde diz çökeceğimi veyahut öleceğimi biliyordum. Şövalyeydim zira. Olacaktı bu. Fakat hiç beklediğim gibi mertçe edilen bir dövüşte olmadı. Adaletsizlikler karşısında dururken değil, mazlumu savunurken değil. Bir anda düştüm yere ne olduğunu anlamaksızın. Yaralarım önden değil, arkamdandı. Sanırım arkamızdan bir grup alçak, karşımıza çıkmak yerine, ok atıyor diye düşündüm önce. Arkamdakilerden birisinin beni vuracağına inanmazdım zira. Fakat dönemedim arkamı. Düştüm dizlerimin üstüne.
Dizlerimin üzerindeyken, kendim ilk başta olmak üzere, yoldaşlarımdan da güç alıp ayağa kalkmadan önce bize ok atanı görmek istedim. Arkamdan vuranı, mertçe dövüşmeyen o kahpeyi görmek istedim. Döndüm arkaya. Arkamda ne ok atan birileri, ne de yoldaşlarım... Hiç kimse yok. Bir çölün ortasında yapayalnız, diz çökmüş bir şövalyeydim. Yoldaşlarım, ardımdakiler, nereye gittiler? Bize ok atan nereye kaçtı, kim attı diye sorgularken kalkmaya çalıştım. Başaramadım. Tekrar dizlerimin üzerine çöktüm. Ve o sırada sırtımın birçok yerinde olağanüstü bir acı. Var gücümle elimi sırtıma uzattım ve acıyan yere bir şeyin saplandığını gördüm. Tekrar var gücümle sessiz sessiz ve kan ağlayarak çıkarttım sırtıma saplanan şeyi. Hançerdi. Yoldaşlarıma tek tek armağan ettiğim, benim hançerlerim. Bu nasıl mümkün olur? Yoldaşlarımın hançerleri sırtımda ne arıyor? Ah... Bunu görmemek için kör olmak gerekir. Yalnızım, yoldaşlarımın hançerleri sırtımda. Ve her yer kan. Benim kanım. Gayet açık işte! Düşmanımın yapamadığını, karşımdakilerin yapamadığını bana yoldaşlarım yaptı! Onlara karşı kılıcımı kuşanmadım, gardımı almamıştım oysa! Arkam dönüktü. Karşıma geçmek yerine niçin arkamdan vurdu canım dediklerim? Ne uğruna? Ve muhtemelen bu sorunun cevabını asla öğrenemeyeceğim.-
Yere sadece bir kere düşmedim. Sadece bu sebepten ötürü kanamadı diz kapaklarım. Daha önceden de düştüğüm olmuştu fakat azıcık yoldaşlarımın çoklukla benim sayemde kalkmıştım kolayca. Fakat böylesine güçlü hançerleri, acıyı sırtımda hiç hissetmemiştim. Hem daha önce aldığım yaralar, hep öndendi ve ardımda hep o yaralarımı sarabilecek yoldaşlarım olurdu. Bu sefer yoktu. Bu sefer o çölün ortasında ne ardımda ne önümde hiç kimseler yoktu. Ya kalkacaktım, ya da dizlerimin üzerinde ölüp, düşecektim. İşte tam o noktada, ayağa kalkmaya karar verdim. Dirayetleydim çünkü ben, inançlıydım, güçlüydüm, şövalyeydim ben. Kalkmalıydım. Sırtımdaki yaraları umursamadan ayağa kalkmayı denedim. Sendeleyip tekrar dizlerimin üzerine düştüm. Yaram ağırdı. Ve yaralarımı sardırabileceğim kimsem yoktu. Bu sefer gerçekten yalnız bir şövalyeydim.
Artık kalkacaktım. Birkaç kere sendeleyip düştüm ve her düşüşümde ayağa kalkma arzum bir o kadar arttı. Aldım kılıcımı, aldım kalkanımı yerden tekrar. Vurdum kılıcımı yere ve tam da o anda gök gürledi, birden o sıcaklığın, o güneşin yerini sisli bir hava aldı. Çölde görülmesi neredeyse imkansız bir şeydi bu. Bu, ayağa kalkacağımın bir işaretiydi. Sırtımdan kanlar damlıyordu yere. Gözlerimdense öfke. Ardımda yürüyenlere karşı değil bu öfke ama, kendime. Kendime öfkeliydim. Ve sonunda kalktım ayağa.
Ayaktaydım artık. Ama titriyordum, her an düşecek gibiydim ve kalkanımı dahi kaldırmaya gücüm yokmuş gibi hissediyordum. Tutuyordum ama kaldıramayacak kadar yorgundum. Çok kan kaybetmiştim. Fakat dizlerimin üzerinde değildim. Artık ayaktaydım ve sıra, sırtımdaki hançerleri çıkartmaya gelmişti. Saramayacaktım evet. Fakat o hançerleri çıkartıp kanın pıhtılaşmasını beklemekten başka çarem yoktu. Kanayacaktı elbet yine ama bir yerden sonra pıhtılaşıp durulacaktı kan. Hançerleri bir bir çıkarttım, ve hançerlerin açtığı yaraların hepsi zamanla pıhtılaştı. Kendi kendine kapanmaya yüz tuttu. Sırtıma yeniden alacağım bir darbeyle, bir hançerle bütün yaralar patlayacak ama, bunu biliyorum. Ve bir yerden sonra ben artık ardımdaki yoldaşlarımı daha iyi seçmeliydim. Bir şövalye, er meydanında yiğitçe savaşıp öledebilir, yiğitçe savaşıp öldüredebilir karşısındakini. Fakat bir şövalye, ardında yürüyene, arkasındakine, yoldaşına kılıç çekmez. Bir şövalye için en acı durumdur bu, arkasından, hiç beklemediklerinden hasar almak. Ve bu bir daha olmayacaktı. Bu sebepten ötürü çektim kılıcımı, aldım gardımı bütün insanlara karşı. Ve dedim ki, “-Geri çekiliyorum!” Yürüdüğüm yoldan değildi bu geri çekiliş. İyi bir savaşçı, yeri gelince geri çekilmeyi bilmeliydi zira. Ben de onu yaptım. Geri çekildim. Yürüdüğüm yoldan sapmadan, arkamı hep kontrol ederek yürüyecektim artık.
Artık yalnız yürüyordum fakat ardıma geçmek isteyenler oldu. Ardımda yürümek isteyenler. Fakat ben onların niyetlerini bilmiyordum. Yine yoldaş görünümlü hainler miydi yoksa gerçekten yoldaş olmak için mi ardıma geçmek istiyorlardı anlayamıyordum. Artık temiz bakmıyordum dünyaya. Bütün insanları suçlamamak gerektiğini bildiğim halde, bütün insanlığı suçluyor ve bundan dolayı utanç duyuyordum. Fakat yine de şüphe duymamı bir türlü engelleyemiyordum. Ardıma geçmek isteyene karşı gardımı indirmiyordum asla. Kılıcım da elimde artık, kınında değil. Ardıma geçmek isteyen hain değilse, düşmanım değilse geçer. Fakat kalkanımı indirmeyecektim artık. Geçmek isteyen buna rağmen geçmeliydi artık zira. Ardıma geçmek istemeyen insan da, bana arkamdan hasar veremezdi. Bir şövalye için en acı durumu yaşamaktan kendi çözümümü bu yolla bulmuştum. Kalkanımı indirmeyişimin sebebi ise, ardımda yürümek isteyen insanın, yoldaşım diyeceğim insanın kendi kararıyla arkamda duruyor olmasını sağlamak. Yani ben yaralı bir şövalye olarak, kendi kararımla ardıma birini geçirmemem gerek artık. Zira kendi kararımla zamanında ardıma geçirdiklerim, yoldaşım dediklerimden yedim hançerleri ben. Bunun olmasına bir daha izin vermemeliydim.
Ve günün birinde ardımda yürüyenlere sahiden de beni arkamdan haince vurmayacaklarına inandığımda, ki arkamda yürüyen insanlara inanan bir şövalye olarak söylüyorum, işte o zaman tam anlamıyla bu içimdeki insanlara karşı olan güvensizliğimi yeneceğim. Ki ardımda yürüyenlerin bana hançer saplamayacaklarının bir garantisi de yok. Ben yaralı bir şövalyeyim ve doğru bildiğim yolda yürüyorum. İnsanlara olan güvenim artık bir mum alevi kadar ve insanlara karşı olan güvenimi tamamen kaybetmemek aynı zamanda daha fazla arkamdan hasar almamak için kalkanımı kuşandım bütün insanlara karşı. Kalkanımın ardına geçmek için birçok yol var fakat bu yollar, zorlu yollar. Benim ardımda yürüyecek insanı iyi tanımam lazım sonuçta. Benim gibi yaralı bir şövalyenin ardında yürümek, yoldaşı olmak isteyen bir insanın, gerçekten ardımda yürümek istediği için, gerçekten yoldaşım olmak istediği için, gerçekten benim ben olduğum için durmak istediğini görmeliyim. Yani çıkarsız, yani karşılıksız. Sadece benim ben olduğumu bilerek. Benim yürüdüğüm yola, düşündüğüm fikre, düşündüklerime, yaşadıklarıma, hissettiklerime anlayış vererek ve bunun ardında yürüyebileceğini göstererek ardıma geçmesi lazım bir insanın. Ve bu da zor bir yol. Çünkü ben bir şövalye olarak ona karşı kalkanımı kuşanmış durumdayım. Kim olursa olsun. Ve kalkanımı kuşanmış olduğumu gören bir insan geri dönüyor, ardıma geçmiyorsa, zaten ardımda olmaması gerekiyordur.
Mutlaka bir gün dizlerimin üzerine bir daha düşeceğim. Şövalyeyim ben. Fakat bu yiğitçe ve mertçe bir dövüşte olmalı. Arkadan yediğim kahpe hançerler yüzünden değil. Ardımdakilerden benim yaralarımı sarmasını, beni kaldırmasını istemiyorum. Ardımdakilere bunun için yoldaşım demiyorum. Sadece ardımda dursunlar, desteklesinler yeter. Öleceksem ölürüm. Şu anda arkamdaki hiçbir insana yaralarımı sarması için izin vermiyorum. Zaten gerek de yok. Ben sadece doğru bildiğim yolda ardımdakilerle, yoldaşlarımla, yürüme yolundayım. Eğer bir gün yine yalnız kalırsam, doğru bildiğim yolu yalnız da yürürüm. Yalnız olsam dahi, ölecek olsam dahi, bu arkamdan olmayacak. Bu arkamdan olmayacak.