21. Yüzyıl ve Osmanlı İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu yıkılmasaydı ve reformlarla ayakta kalabilseydi...
Bu yazımızda aslında olmayan bir dönemi, günümüzün ve tarihin gerçekliği ile harmanlayıp yaratmaya çalışacağız. Alternatif tarih yazılarımda en sevdiğim konulardan biri olan bu konuyu umarım zevkle okursunuz.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sebepleri farklı kaynaklarda farklı şekillerde ele alınsa da en sevdiğim kısa ve öz değerlendirmeyi, ilk Türkçe kitap basımını yapan İbrahim Müteferrika, 1731 yılında yazdığı kitapta şu başlıklarla özetlemiştir: rüşvet, memuriyette adam kayırma, bilim insanlarına tahammülsüzlük, orduda disiplinsizlik, israf, dış dünyadan habersizlik.
Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerinde Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet’in gelmesi gibi çeşitli reformlar yapılmış olsa da bunlar halka indirgenemediği ve sistemsel olarak tam uygulanamadığı için etkili olamamıştır. Bu yazımızda ise bu reformların artarak devam etmesi ve etkili olması, birinci dünya savaşına katılmamamız durumunda nasıl bir ülkeye sahip olacağımızı tartışacağız.
İlk olarak, imparatorluğun nasıl bir siyaseti olacağından bahsedelim. Bunu tahmin etmek zor olsa da bana göre en gerçekçi ve olası yönetim biçimi federal bir yönetim biçimi olurdu, çünkü çok uluslu bir imparatorluk, mutlak veya anayasal monarşi ile uzun süre yönetilemezdi. İmparatorluk, milliyetçilik akımının etkisini azaltmak amacıyla “Osmanlı Birleşik Devletleri” adı altında birleşebilirdi. Saltanat ailesi, siyasi yönetimde etkili olmaktan uzaklaşır, günümüzdeki çoğu Avrupa devletinde olduğu gibi sembolik bir prestij unsuru olarak var olurdu. İmparatorluk, eyalet olarak yönetime kattığı Arap yarımadası ve dünyadaki İslam ülkelerinin başı olmaya devam edebilmek amacıyla halifesini federal mecliste seçilecek bir aday ile seçerdi. Bu seçim, her resmi dini İslam olan ülkenin gönderdiği temsilcilerin ve Osmanlı Federal Meclisi milletvekillerinin oylarıyla yapılırsa, daha demokratik ve kapsayıcı bir halifenin seçilmesi, reforma önem veren bir devlet için en iyi seçenek olurdu.
İkinci konu olarak, OBD (Osmanlı Birleşik Devletleri) ekonomisinin nasıl gelişeceğini ve geri kalmış tarım ekonomisinin Batı ile rekabet edecek seviyeye gelip gelmeyeceğini tartışalım. Öncelikle OBD, dünya petrol rezervlerinin büyük bir kısmına sahip olacağından, bu petrolü işlemeye yönelik adımlar atabilir ve Batı ülkelerine pazarlayarak iyi bir gelir elde edebilirdi. Sovyetler Birliği ve diğer yıpranmış Avrupa ülkelerine, savaşa girmemiş ve harap olmamış topraklarından gelen taze meyve, sebze ve buğday ihraç ederek milli gelirde ciddi artışlar sağlayabilirdi. Geri kalmış sanayisi için, savaş sonrası yenik devlet olan Almanya ile karşılıklı kazan-kazan anlaşmaları yaparak teknoloji transferi gerçekleştirebilirdi. Osmanlı-Alman ilişkilerinin çok eskiye dayandığını unutmamak gerekir. Komşularıyla daha barışçıl ve kazan-kazan denge politikalarıyla ticaret anlaşmaları yaparak, sınırlarından ticaret akışını ve dolayısıyla döviz akışını destekleyebilirdi. Bu sayede OBD halkı daha zengin bir duruma yükselebilirdi. Ayrıca elinde tuttuğu Akdeniz, Karadeniz limanları ve boğazlar ile ticari cazibe merkezi olabilecek OBD, savaşa girmediği için Montrö Boğazlar Sözleşmesi gibi bir anlaşmaya imza atmaz ve bu yollardan geçiş ücreti alarak stratejik ve ekonomik anlamda söz sahibi bir ülke olabilirdi. Kısacası OBD, sanayi ekonomisine hemen geçip Batılılarla rekabet edecek düzeye gelemezdi; ancak savaş sonrası Avrupa’nın ihtiyaçlarını karşılayarak karşılığında sanayi ve teknoloji transferi talep edebilirdi. Bu, en akıllıca çözüm olurdu çünkü Avrupa, savaştan yıprandığı için bu tür anlaşmalara daha açık olurdu.
Üçüncü konu ise toplumsal ve kültürel açıdan OBD’nin nasıl bir devlet olacağıdır. Federal bir devlete geçiş yapıldığı için devletin azınlıkları yönetme konusunda daha az sorun yaşayacağını, çünkü iç siyasette özgür olan yapılar kendi bayraklarını ve yöneticilerini tesis ettiği için azınlıkların tepkilerinin daha az olacağını tahmin etmekteyim. Modern bir eğitime geçişin kaçınılmaz ve derinlemesine olacağı kanaatindeyim, çünkü bu senaryoda devletin politikası, reformlara tavizsiz bir şekilde devam etmek oluyor. Günümüzdeki kadar laik bir eğitim sistemi olmasa da toplumsal cinsiyet eşitliğini benimseme konusunda eski imparatorluk yasaları büyük oranda terk edilir ve daha kapsayıcı, eşitlikçi ve demokratik bir anayasaya geçilirdi. Bu anayasa ile devletin dini İslam olsa dahi farklı dine mensup vatandaşlar için eşit yargı sağlayan mahkemeler kurulurdu. Federal mahkemeler devletin beka meselesi olabilecek ciddi kararları federal anayasaya göre verirdi. Bu sayede azınlıklar, ciddi konular hariç kendi yasalarına göre yönetilir ve devlete olan güvenleri artardı.
Dış politikada, kazan-kazan ve denge politikası ile savaştan uzak kalmaya çalışırdı. Birinci Dünya Savaşı’na girmese dahi, İkinci Dünya Savaşı’na girme zorunluluğu hissedebilir, savaşa kazanmaya yakın olan tarafın yanında katılarak Birleşmiş Milletler gibi organizasyonlara dahil olmayı hedefleyebilirdi. Avrupa Birliği ve NATO’ya katılma konusunda Türkiye kadar istekli olurdu, özellikle NATO’ya dahil olmak isteyebilirdi. OBD’nin güçlü lojistik altyapısı ve gelişmiş sanayi ile stratejik önemi artardı. Avrupa Birliği üyeliği ise demografik sebeplerle zor olabilirdi.
Teknolojik ve bilimsel açıdan reforma önem veren OBD, ikinci dünya savaşında Almanya’dan kaçan bilim insanlarını davet ederek önemli atılımlar gerçekleştirebilirdi. Eğitimde resmi diller arasında Türkçe başat dil olur, demiryolu ve havayolu ulaşımında büyük gelişmeler kaydedilebilirdi.
Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu ayakta kalabilseydi, federasyona dönüşerek güçlü bir aktör olmaya devam ederdi. Siz ne düşünüyorsunuz?