Alfred Kubin'in Rüya Ülkesi: "Diğer Taraf" Romanını Obsesyon ve Nihilizm Bağlamında Okumak
İnsan doğasının ve yine insan karanlığının, bilinçaltı ağacının gölgesinde buluştukları yer: Diğer Taraf, Alfred Kubin.
"Ölüm, hiçlik ve dünyayı oluşturan tüm bu bireysel güçler ile birlikte dünyanın kaderidir. Her birimiz önceden belirlenmiş bir rota boyunca koşulsuz olarak sona yaklaşıyoruz, bir makine gibi", diyor Alfred Leopold İsidor Kubin. Ölümün ve hiçliğin tümsel ve tümcel orta durak noktasında buluşan -ben de dahil- tüm insanların ve insanlığın, kendini Kubin’in belirttiği gibi sona yaklaşan bir makine olarak görmesi öyle doğal ki... Yaşamı ve ölümü birbirinden ayırt ederek, ama aynı zamanda da ayırt etmeden yaşanması gerektiğini görmek zorunda bırakmış bizler, ontolojik bir karmaşanın içindeyiz; burası bir balina karnı. Kendi varoluşunu sezebilenlerin evi olan balina karnı, bilinçdışının pençelerinden kendini kurtaramayan, yaralananların yuvası. Kendimi böyle betimliyorum, kendi evimi de. Kubin’i de böyle betimliyorum. Hissiyat ve düşünce açısından ona yakın olmak ne kadar iyidir bilemiyorum, ama iyi dediğimiz en nihayetinde nedir ki?
Kubin’in eserine giriş yapmadan önce, kültürü, romantizmi ve dekadansı bir üçleme olarak harmanladım zihnimde, nihilizmi, insan doğasını ve cinselliğini geride bırakamadım, çünkü öyle ki, Camilla Paglia’ya göre kültür, insanın doğayla ve kendi içsel dürtüleriyle kurduğu çatışmalı, dinamik bir ilişkiden beri gelmez, bu toplumsal normlarla şekillenen bir arayış ve ifade biçimidir. Romantizm, bu kültürel arayışın zirveye çıktığı bir dönemdir; doğayı, bireysel duyguları ve özgürlüğü yücelten bir akım olarak, insanın içsel arzularını ve vahşi yönlerini kutsar. Tıpkı bir tapınak gibi. Fakat öyle ki; bu özgürleşme, sınırları aşma çabasıyla, yani, çürümenin sınır aşımıyla; dekadansla birleşir. Dekadans, romantizmin zirvesinde, estetiği bir çöküş ve aşırılık biçiminde sunar, doğanın ve cinselliğin karanlık yüzlerini yüceltirken, toplumsal bozulmanın ve şiddetin estetikle harmanlanmasıyla bir tür nihilizm yaratır. Böylece, kültürün evrimi, bireysel ve toplumsal anlamda bir gerilim, çöküş ve yeniden doğuş döngüsüdür.
Yeniden doğuş bir yana dursun, Kubin’in yarattığı dünya, aynı zamanda Paglia'nın doğa ile ilişkilendirdiği şiddetin temel bir yansıması benim için. Doğa, hem yaratıcı hem de tahripkar bir güç olarak var olur çünkü ve Rüya ülkesindeki karakterler, doğanın, cinselliğin ve şiddetin birleştiği, her an patlamaya hazır bir bomba olarak şekillenen canlılarıdır. Onlar, hem arzu ve korku arasındaki çelişkileri hem de kendi içsel vahşetlerini yaşarlar. Bireysel, ama toplumsal kimlikte varolan bir acı gibi tıpkı. Bu dünya, Paglia’nın şiddetle bağlantılı olarak doğayı “kadınsı” bir temsille ilişkilendirmesi gibi, ölüm ve arzu arasındaki çizgiyi bulanıklaştırır. Yukarıda da belirttiğim gibi, ölüme duyulan obsesyon kendini yine göstermiştir. Paglia bu bulanık çizgi için şunu demiştir: “Gündüzleri toplumsal varlıklarız, geceleri doğanın hüküm sürdüğü, cinsellik, zalimlik ve biçim değiştirmelerden başka yasanın bulunmadığı düşler âlemine göçeriz.”
Kubin’in dünyasında, doğa sadece bir arka plan değil, aynı zamanda insanın en derin, en karmaşık arzu ve şiddet içgüdülerinin gerçekliğe dönüştüğü bir yerdir. Burada cinsellik, tıpkı Paglia’nın tanımladığı gibi, bir yaşam gücü olarak değil, aynı zamanda bir yıkım ve yeniden doğuş aracı olarak da var olur. Rüya ülkesi, arzulananla arzulananın, yaratma ve yok etme gücünün sürekli bir çatışma içinde olduğu bir alan haline gelir. Burası, doğanın içsel kuvvetlerinin sınırsızca serbest bırakıldığı, şiddetin sadece fiziksel değil, zihinsel ve duygusal boyutlara da yayıldığı bir yerdir. Böylelikle, Kubin’in Rüya Ülkesini tüm bu karmaşık dilemmaların doğrultusunda ve döngülerin yansımalarıyla adlandırıp anlayabilirim şimdi tüm şeffaflığıyla ve tüm şeffaflığımla. Kubin, kendi şeffaflığıyla, rüya ve gerçeğin üstünde, bilinçdışı arasındaki ince sınırları zorlayarak bizi bir yolculuğa çıkarmıştır, romanın özüdür bu yolculuk; varoluşun derinliklerine inmeye çalışan bir insanın, fantastik bir dünyada, gerçeklikten kaymış bir biçimde bulunduğu bir yer: Rüya Ülkesi.
Rüya ülkesini tanımlamaya Patera’nın ütopik ve katastrofik miras planı ile başlamak gereklidir kanımca. Bu planda, bu Rüya Ülkesi’nde, derinliğin ve tözün içine çekiliriz. Buralılar, dünyayı ham madde olarak yorumlarlar; insan zihninin derinliklerinde yankı bulan bir idée fixe etrafında şekillenir bu ham madde yorumlaması; bir takıntı, bir arzu, bir düşünce ve bir gerçeklik ile hayalin sınırlarını aşındırarak karakteri yavaşça başka bir dünyanın eşiğine taşır. Orada, zaman ve mekan birbirine girer, varlıkla yokluk arasındaki çizgi silikleşir. Kubin, öteki tarafı yalnızca bir yer değil, bir zihinsel durum, bir varoluşsal yabancılaşma hali olarak sunar; karakterin sürekli bir içsel çatışma içinde parçalanan kimliği, tüm doğallığını ve canlılığını kaybederken, ölümle, kaybolmuşlukla, düşlerle yoğrulmuş bir evrenin pençesine düşmesini canlandırır gözlerimizde. İdee fixe, yalnızca zihinsel bir saplantı olmanın ötesine geçer; bir felsefi sorgulama, bir varlık ve hiçlik arasındaki ince ince örülmüş iplik gibi, karakterin ruhunu sarar ve onu öteki dünyanın kıyısına iter. Rüya Ülkesi ile, bir düşüşün, bir yıkımın ve bir yeniden doğuşun hikayesi anlatılır; insanın ruhunun, sabit bir düşünce tarafından nasıl parçalara ayrıldığının ve nihayetinde kendi kimliğini kaybettiği bir yolculuğa dönüştüğünün göstergesi olarak. Kayboluş ve kendini buluş anının tam ortasında olmayı, nihilizmin gizli hedonistliğini anlatır. Çünkü Kubin de bunu der: “ Madde öznenin dış görünüşünden başka bir şey değildir.”
Perle, yani Rüya Ülkesi; aslında direkt bir distopya değildir, orta asyada, topraklar içinde, hermestik, kapalı bi aladır. Bir Rüya İmparatorluğu. Bir Rüya Ülkesi biçemi. Her şeyden evvel, rüya ülkesi, özünde bir çelişkidir. Güzel ve korkutucu, sakin ve kaotik bir yer: Bu çatırdayan karmaşada ve tezatlıkta, bu dünyada herkes kendine yabancıdır, ama kimse asla gerçekten kaybolmaz. Yalnızca unutmuşlardır, belki de her şeyin bir anlamı olduğuna inananlardır. Yine de, tam olarak ne olduklarını, nereye gittiklerini bilemezler: Çünkü Rüya ülkesi, bir bakıma "hiçbir şeyin" var olduğu, ama bir o kadar da "her şeyin" anlam kazandığı bir mekandır. Bu dünyada anlamın peşinde koşarken, aslında anlamı bir tür yokluğa düşürürüz. Kubin’in rüya ülkesi, aslında yalnızca bir metafordur; rüya, insanın hep kaybettiği ve aradığı bir gerçeği simgeler. İçimizdedir, bilincimizin en iç yerinde. Kimse göremez orayı. Kimseye göstermeyiz. Bazen kendimize bile.
Bir diğer yandan, yine varoluşsal açıdan yorumlayarak, amor fati bağlamında da bu rüya ülkesine bi göz attım: bu yolculuk Orta Asya’ya değil aslında: Ben buna maneviyat mekanı ismini verdim, eserlerin asıl topografyası olarak da ele aldım isimlendirdiğim bu kavramı. Çünkü topografya mekanı belirttiği kadar kökeni de belirtir, belirtmelidir: Kubin’in romanında da, bu mekan-köken dualizmini, Freudyen bir bakış açısıyla bilinçaltı olarak ele aldım. Klişedir, ama doğrudur bence;özellikle trende uyudukları sahne beni bunu düşünmeye itti. Uyuyorlar, bilinçdışına bir yolculuğa çıkıyorlar bu uykuyla. Bu bilinçdışına yolculuk Kubin tarafından öyle sağlam ve kıvrak bir zekayla bileşen oluşturup tasvir edilmiş ki bize, şaşırmamak elde değil. Kubin tüm sorun teşkil eden şeyleri rüya alemine, Rüya Ülkesine yönlendiriyor çünkü ve dolayısıyla da Batı kültüründeki içiboşluğu, yüzeyselliğin getirdiği sığlığı eleştiriyor. Batıda trajik olanı, rüya alemine yönlendirilmiş oluyor böylelikle. Bu yönlendirmeyle, Rüya Ülkesini bir karşı dünyacılık ile sunuyor bize kubin. Eserin bir noktasında, dini vecibelerin katılımcıları olan delileri, çirkinleri, patolojik hastaları; ötekileştirilenleri görüyoruz. Bu yüzden karşıtlıkların anlatıldığı bir parodi oluyor öteki taraf, faşizmin ve tarihsel dinamiklerin öngörüsü bu parodiyle birleştirilmiş: Bastırılan şeylerin daha canavarca bir harmonide insanlığa geri döneceğini özetliyor böylelikle bu Rüya Ülkesi. Çünkü artık Rüya Ülkesi sayesinde biliyoruz ki, bizler Neyi bastırırsak, onun geri dönüşünü göreceğiz kendimizde, neyden korkarsak, o korktuğumuz korkulara dönüşeceğiz. Nietzsche de der ya bunu; "Canavar ile savaşan kişi dikkat etmelidir, ki kendisi de canavara dönüşmesin. Çünkü uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar.”